mutref
Sarayın olduğu yerde kümes te olur gece kondu da. Yüksek dağın olduğu yerde çukur da olur.
Eğer saray iftihar, güç ve itibar vesilesi olsaydı. Bu gün arap Şeyhliklerinin dünyanın en müteber devletleri olmaları gerekiyordu. Eğer iş sarayla bitiyorsa en fazla saray ve şatafat onlarda vardır. Günümüzde bir memlekete itibar kazandıran hususlar herkesçe malum gayrı safi milli hasılatı, ilmi ve teknik illerlemesi, teknoloşik brandları, hukukun üstünlüğü, bireysel ve toplumsal özgürlüklere saygı halkın hükümete katılımı, adalet makanızmasının pürürüzsüz ve tarafsız işlemesi, insan onuru ve haklarına saygı hatta spor alanındaki başarıları ve askeri gücüdür.
**********************
Osmanlının son dönem Padişahları saraylara ve saray saltanatına harcadıkları parayı ilim ve tekniğe harcamış olsaydılar, yenilik yapsaydılar, siyasi ve hukuki ıslahatlarda bulunsaydılar herhalde bu imaparatorluk çökmez ve hasta adam halini almazdı. Onların çocukları da Londra ve Pariste mülteci konumuna düşmezlerdi.
***********************
Üçüncü Halifenin en fazla eleştirildiği hususulardan biri de kendisine Medinede taştan ev, o günün şartlarında Mini saray yaptırıp özel otlaklar ve imkanlar oluşturması ve kendi kabilesinden olanları hükümetin önemli makamlarına ve mevkilerine yerleştirmiş olmasıdır. Onun hükümetinde ne Bedir, ne Uhud ve ne de Hendek kahramanlarından ve arslanlarından kimse yer almıyor. Saray beraberinde başka saplantıları da getirir. Hepsini anlatmaya bir makale yetmez
Ispanyada müslümanlar ilim irfan, adalet ve hoşgörü alanında önemli adımlar atarlerken, tüm avrupayı derinden etkileyen bir medeniyete imza attılar. Ama saray kültürü ve safahatı hakim olunca, her şeyi kaybettiler. Sarayları da başkalarına miras kaldı. Ispanyanın son emirlerinden Abdullah bin Sağirin anasının, kendisin ağlarken söylediği söz çok ilginç ve anlam yüklü. Oğlum dürüst bir müslüman gibi merdane hareket etseydin bu gün burada kadınlar gibi ağlamıyacaktın. El Hamra sarayının şatafatı insanı kadın gibi ağlatır.
**********************
22:45 – Nice memleketler vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları yok ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. (Geride) Nice terkedilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır.)
77:32 – O, saray gibi kıvılcımlar atar.
Saraylar zulümü, israfı, adaletsizliği, cinayetleri, din istismarını ve bin bir çeşit entrikaları çağrıştırmaktadır. Saray alimi veya mollası kavramı bizim kendi dini kültürümüzde en kötü anlam yükü olan bir kavramdır. Kur’an ayetlerinden, mesellerden ve Resullullah’ın hadislerinden ilham alınarak bu kavram üretilmiştir. Çünkü Kur’an dinini az paraya satan alimlerden bahseder. Alıcı kimdir saray erbabı. Bunun için dinimiz en büyük tahribatı saray erbabından, sarayda çömelenenlerden ve saray hocalarından almıştır. İslam aleminde ve tarihinde de yapılan bir çok zulüm ve katliamın ve bu cümleden kırkını idrak ettiğimiz İmam Huseyin ve yaranlarının Yezid tarafından vahşice şehid edilmelerinin fetvasına da saray hocaları imza atmışlardır veya seyirci kalmışlardır. Bu günde saray hocalarının zalimlere ve barbarlara nasıl ve ne şekilde hizmet ettikleri herkesce malum. Bunun için kendilerine hiç bir itibar bırakmadılar. İzzeti Allah ve Resulullahta aramak lazım saray ve saray erbabında değil.
Buna binaen Şairin dediği gibi
*********************************
Mesela, Fransa adeta bomba yağmuru altındayken, Almanlar kat'iyen aşılamaz sanılan lejyonları bir gecede aşıp Fransızların cesedleri üzerinde yürürken, bu felsefenin tabilerinden, “Bu adamlar bizi iflah etmeyecek, nasıl olsa öleceğiz; bari bu gece keyif adına ne varsa hepsini yapalım, bir güzel eğlenelim!” mülahazalarıyla dolanlar olmuştur
yani madem ölecez öyleyse eğlenelim demişlerdir
Evet, kat'iyen mantıkî değildir yaptıkları. Fakat o telkin edilmiştir ve buna bazıları “varoluş” demişlerdir. Güya, bu şekilde kendilerini ifade etmiş, herhangi bir kimsenin takyid ettiği bir kayıtla mukayyet olmadıklarını göstermiş, gönüllerince yaşayabileceklerini isbat etmişlerdir. Tabiî, bütün mütrefîn gibi onların akibeti de hüsran olmuştur.
**************
Felâkete Sebep Olan Şımarıklar ..
Kur'an-ı Kerim, yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat davranan, şan-şöhret, makam-mansıp, konfor ve iktidardan alabildiğine yararlanan ve sahip olduğu imkanlar sebebiyle zamanla doğru yoldan saparak hayasızlığa dalan kimseleri “mütrefîn” kelimesiyle anmış ve onları helâke götüren hususları nazara vermiştir. Gazab-ı ilahî ile helâk edilen beldelerde mütrefînin hakim olduğuna ve dolayısıyla yemeyi-içmeyi, rahatı ve eğlenceyi gâye-i hayal hâline getirmiş bu insanların ilâhî tehdide sebep teşkil ettiğine dikkat çekmiştir. Nitekim, bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Ve izâ eradnâ ennühlike karyeten” Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde; “emernâ mütrafîhâ” Oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına, kendini zevke, sefaya ve keyfe salmış aristokrat sınıfına iyilikleri emrederiz; “fe fesekû fîhâ” Buna rağmen onlar dinlemez, fısk u fücura devam ederler, kulluk adına takdir edilen çerçevenin dışına çıkarlar, kendileri için mukadder olan fıtratın sınırlarını aşarlar; “fe hakka aleyhe'l-kavlu” Bu sebeple, o belde hakkında ceza hükmü kesinleşir, onlar Allah'ın vereceği o hükme müstehak olurlar; “fe demmernâhâ tedmîrâ” Biz de orayı yerle bir ederiz, oranın altını üstüne getiririz. (İsrâ, 17/16)
Her devirde ve her toplum içinde az da olsa yer alan mütrefîn güruhu, akıl, mantık, muhâkeme ve dinî kurallar yerine cismânî arzuları istikametinde hareket ederler; hayatlarını nefsanîliğe bağlı sürdürür ve davranışlarını hayvanî içgüdülerine göre belirlerler. Bu densizler, ne edep hissinden haberdardırlar ne de hesap endişesinden; insanî değerlere saygı nedir bilmez, yerinde en rezilâne davranışların bile müdafaasını yaparlar; fazilet-rezalet ayrımını, hayır-şer farklılığını bir telâkki ürünü gibi görüp gösterir ve ahlâkî hiçbir endişe taşımazlar. Öyle bir gaflet içindedirler ki, halleri Nuh kavmini, Semud rezillerini, Sodom ve Godom sefillerini hatırlatır. Bunlar, cismânî ve nefsânî arzular arkasından koşarken hayattan kâm alma ve kadın-erkek birbirinden yararlanmadan başka bir şey düşünmezler. Her şeyi ve herkesi sadece hayvanî iştihaları hesabına kullanır; yalnızca yaşama tutkusu ve rahat etme arzusu ile nefes alıp verirler.
Hatta, kendilerini o derece yiyip içmeye, zevk ü sefaya ve eğlenceye kaptırırlar ki, adeta şehevânî hislerini ve cismânî arzularını tatmin etmek için yaşarlar. Mesela Eski Roma'nın aristokratları en leziz içecekleri içer, en nefis yiyecekleri yer, tıka-basa doyarlardı; fakat, hedefleri doymak değil de lezzet almak olduğu için, safrayı ve mideyi boşaltmayı kolaylaştıran bir şurub içer; az rahatlar ve tekrar yiyip içmeye durur, bir kere daha –Üstad'ın ifadesiyle- kapıcıya bahşiş verir, dil ve damak zevkini tatmine çalışırlardı. Evet, Eski Roma'nın mütrefîni, ataları ve torunları gibi, adeta yemek, içmek, eğlenmek ve dinlenmek için yaşar; ölümü ve ölüm sonrasını hiç düşünmek istemez ve zevk ü sefa ile unutmaya çalışırlardı.
Aynı hayat çizgisini şöyle-böyle varoluşçuluk felsefesi içinde de görmek mümkündür. Onun bazı temsilcileri en kritik anlarda bile zevklerini tatmin etmeyi düşünebilmişlerdir. Mesela, Fransa adeta bomba yağmuru altındayken, Almanlar kat'iyen aşılamaz sanılan lejyonları bir gecede aşıp Fransızların cesedleri üzerinde yürürken, bu felsefenin tabilerinden, “Bu adamlar bizi iflah etmeyecek, nasıl olsa öleceğiz; bari bu gece keyif adına ne varsa hepsini yapalım, bir güzel eğlenelim!” mülahazalarıyla dolanlar olmuştur. Ne tuhaf bir düşüncedir!. Gece boyunca eğlenecek olsalar bile cenaze evinde düğün alayı oluşturmanın alemi nedir? İstedikleri kadar yeseler, istedikleri kadar içseler, gönüllerince eğlenip levsiyâta balıklamasına gömülseler de, ne yararı var onlara?.. Hele tadıp, duyup, zevk ettikleri bir geceden sonra o zevk ufkundan yok olma gibi bir acının bağrına düşmeleri acılarını, ızdıraplarını ve eseflerini katlamaz mı? Evet, kat'iyen mantıkî değildir yaptıkları. Fakat o telkin edilmiştir ve buna bazıları “varoluş” demişlerdir. Güya, bu şekilde kendilerini ifade etmiş, herhangi bir kimsenin takyid ettiği bir kayıtla mukayyet olmadıklarını göstermiş, gönüllerince yaşayabileceklerini isbat etmişlerdir. Tabiî, bütün mütrefîn gibi onların akibeti de hüsran olmuştur.
*********************************
Saraylar İtibar mı Getirir, Helakete mi Götürür?
- Yazının Tarihi: 19 Aralık 2014
- Yazar: Burhaneddin Dağ
- Yazıyı Sosyal Medyada Paylaş:



Allah’ın adıyla
Son günlerde memleketimizin gündemini işgal eden konulardan biri de AK SARAY konusu olmuştur. Bu sarayın inşasına karşı olanlar var. Bunu memleketin güç ve itibarının sembolü ve büyük devlet olmanın göstergesi sayanlar var. Sayın başbakanın konuyla ilgili olarak gerçekten şaşırtıcı bir kaç beyanını dinledim. İslami bir söylem ile iktidara gelen ve zaferini ortadoğudaki bazı ülkele ve akımların da zaferi olarak gösteren bir başbakanın sarayı güç, onur ve iftihar vesilesi bilmesi inkisarı hayale muciptir.
İnsanlık tarihine baktığımıuzda aşağı yukarı bir istisna hariç saraylar hep zulüm, israf ve fesadı sembolize etmiştir. Saray Ehl-i ise Mele’ veya Mutrefin yani ( şımarık zenginler veya kralların etrafında çömelenen illeri gelen eşraf) olarak tavsif edilmiştir. Bu her iki taifeden de Kur’an olumsuz söz etmekte ve memleketlerin helaktine ve fesadıne ortam hazırlayan önemli amiller olarak nitelemektedir. İsra suresinin 16. ayeti kerimesinde beyan edildiği üzere. “ Biz bir beldeyi yok etmek istediğimzde, oranın müreffeh zenginlerine emrederiz, orada günah işler (azgınlık ve taşkınlık yapar) böylece azap vaadi onlara hak olur ve biz orayı darmadağın ederiz.”
Şımarık zenginler ile ilgili Yüce Allah’ın beynı budur. Gelelim saraylara saraylar ile ilgili Kur’anda direkt olarak iki ayeti kerime mevcut bulunmaktadır dolaylı olarak ta Fecr suresinde Ad, Semud ve Firavun kavimlerinden ve onların emsalsız görkemli bağ, bahçeleri, salatanatı, sağlam yapıları ve bu saltanatın beraberinde getirdiği isyan, tuğyan ve helaketten behsetmektedir. Saraylarla ilgili her iki ayette de menfi bir tablo çizilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
22:45 – Nice memleketler vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları yok ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. (Geride) Nice terkedilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır.)
77:32 – O, saray gibi kıvılcımlar atar.
Saraylar zulümü, israfı, adaletsizliği, cinayetleri, din istismarını ve bin bir çeşit entrikaları çağrıştırmaktadır. Saray alimi veya mollası kavramı bizim kendi dini kültürümüzde en kötü anlam yükü olan bir kavramdır. Kur’an ayetlerinden, mesellerden ve Resullullah’ın hadislerinden ilham alınarak bu kavram üretilmiştir. Çünkü Kur’an dinini az paraya satan alimlerden bahseder. Alıcı kimdir saray erbabı. Bunun için dinimiz en büyük tahribatı saray erbabından, sarayda çömelenenlerden ve saray hocalarından almıştır. İslam aleminde ve tarihinde de yapılan bir çok zulüm ve katliamın ve bu cümleden kırkını idrak ettiğimiz İmam Huseyin ve yaranlarının Yezid tarafından vahşice şehid edilmelerinin fetvasına da saray hocaları imza atmışlardır veya seyirci kalmışlardır. Bu günde saray hocalarının zalimlere ve barbarlara nasıl ve ne şekilde hizmet ettikleri herkesce malum. Bunun için kendilerine hiç bir itibar bırakmadılar. İzzeti Allah ve Resulullahta aramak lazım saray ve saray erbabında değil.
Buna binaen Şairin dediği gibi
Saray ve saray ehl-i bu ise
bizarım hem bu saraydan hem de o saraydan
Sarayla ilgili birinci ayeti kerimede, Sarayda oturanların zulüm ve haksızlığı memleketlerin harabına ve insanların helaketine gerekçe gösterilmiştir. İkinci ayeti keriemedeki tablo daha ilginç. Cehennem ateşinin kıvılcımları saraylara benzetilmiştir. Yani haksız yere ve zulümle inşa edilen saraylar aynı form ve şekilde cehennem de azab kıvılcımlar olarak sahiplerinin kartşısına çıkacaktır. Saraylardaki dolap, entrikalar ve oyunlar hakkında tüm ülkelerde bir çok kitap yazılmıştır. Elif Nacinin 1963 te yayınlanan Topkapı sarayı cinayetleri adlı kıtabı okuyun. İran şahı Muhammed Rıza Pehlevinin ikinci eşi Sureyya İsfendyari de hatıratında, bu sarylarda ve tahtı tavuslarda hiç kimsenin mutluluk ve saadeti yakalamadığın söylüyor.
İslam tarihine bir göz attığımızda saraya doğru kayma ve akraba kayırmanın başladığı dönemden itibaren İslamdan yavaş yavaş uzaklaşma ve camide şekillenen hilafetten uzaklaşıp sarayda temsil bulan saltanata doğru trendin ivme kazandığını görüyoruz. Üçüncü Halifenin en fazla eleştirildiği hususulardan biri de kendisine Medinede taştan ev, o günün şartlarında Mini saray yaptırıp özel otlaklar ve imkanlar oluşturması ve kendi kabilesinden olanları hükümetin önemli makamlarına ve mevkilerine yerleştirmiş olmasıdır. Onun hükümetinde ne Bedir, ne Uhud ve ne de Hendek kahramanlarından ve arslanlarından kimse yer almıyor. Saray beraberinde başka saplantıları da getirir. Hepsini anlatmaya bir makale yetmez
Ispanyada müslümanlar ilim irfan, adalet ve hoşgörü alanında önemli adımlar atarlerken, tüm avrupayı derinden etkileyen bir medeniyete imza attılar. Ama saray kültürü ve safahatı hakim olunca, her şeyi kaybettiler. Sarayları da başkalarına miras kaldı. Ispanyanın son emirlerinden Abdullah bin Sağirin anasının, kendisin ağlarken söylediği söz çok ilginç ve anlam yüklü. Oğlum dürüst bir müslüman gibi merdane hareket etseydin bu gün burada kadınlar gibi ağlamıyacaktın. El Hamra sarayının şatafatı insanı kadın gibi ağlatır.
Başbakan Osmanlının gelen nesillere Dolmabahçe ve Topkapı gibi sarayları geride bıraktığını söylüyor. Ne pahasına? Bir imparatorluğun çöküşü ve bir çok İslam beldesinin avrupai güçlere ganimet olması pahasına. Sayın Cumhurbaşkanı da gerçekten neye binaen anlayamadım,bu sarayları Osmanlının ve memleketin iftiharı olarak niteliyor. Osmanlının son dönem Padişahları saraylara ve saray saltanatına harcadıkları parayı ilim ve tekniğe harcamış olsaydılar, yenilik yapsaydılar, siyasi ve hukuki ıslahatlarda bulunsaydılar herhalde bu imaparatorluk çökmez ve hasta adam halini almazdı. Onların çocukları da Londra ve Pariste mülteci konumuna düşmezlerdi. Bunların kalan bakiyesinden çoğu artık Türkçeyi konuşamaz halde. Bu da sarayın kazanımı
Dolmabahçe sarayının süslemelerine altı bin kilo altın kullanılmış ve yapımında ise beş milyon altın akçe harcanmıştır. Yemen halkı açlık ile karşı karşıya iken ve bir parça ekmek için evladını satarken Osmanlı Sultanı Abdulmecid Yemendeki baharat haracını altına çevirip sarayının süslemesine kullanıyordu. Durum böyle iken Yemenli niye bizi arkadan vurdu deniliyor. O açlık ve sefalet içinde can çekişiyor sen ise Hilafeti İslamiye adına ondan haraç alıp saray süslemesinde kullanıyorsun. Din, adalet ve insaf bunun neresinde. Sarayın olduğu yerde kümes te olur gece kondu da. Yüksek dağın olduğu yerde çukur da olur.
Eğer saray iftihar, güç ve itibar vesilesi olsaydı. Bu gün arap Şeyhliklerinin dünyanın en müteber devletleri olmaları gerekiyordu. Eğer iş sarayla bitiyorsa en fazla saray ve şatafat onlarda vardır. Günümüzde bir memlekete itibar kazandıran hususlar herkesçe malum gayrı safi milli hasılatı, ilmi ve teknik illerlemesi, teknoloşik brandları, hukukun üstünlüğü, bireysel ve toplumsal özgürlüklere saygı halkın hükümete katılımı, adalet makanızmasının pürürüzsüz ve tarafsız işlemesi, insan onuru ve haklarına saygı hatta spor alanındaki başarıları ve askeri gücüdür.
Bir memleketin sevk ve idaresi için tabiki bir takım bine ve yapılar lazım. Ama Aksaray gibi değil. Eğer başka iktidarlar böyle bir saray yaptırmış olsaydılar, gitgide dünyevileşen muhafazakar islamcılarımız mangalda kül bırakmıyacaklardı. Devranı zaman hep muradına göre dönmez öyle davran ki aksine döndüğü zaman da söylecek sözün olsun. Bizim maksadımız ıslahtır tahrip değil.
Suleyman ve Suleymanın mülkü hakkında Mevlanadan bir şiirle noktalıyacam. Çünkü bazıları Süleymanın mülkünü kendileri için bir delil olarak kullanabilirler. Ama bu beyan buna fırsat vermez.
Bu dünya zindan ve bizlerde tutsaklar
Zindanı del ve kendini kurtar
Dünya nedir Allahtan gafil olmak
Yoksa kumaş, gümüş eş ve çocuk değil
Din için eğer mala sahipenirsen
Peygamber bu malı şöyle nitelemişltir.
Salih insanın elinde hayırlı mal.
Su geminin içinde geminin helakına sebeptir
Su gemenin altında ise gemiye yastıktır.
O mal ve mülk sahibi Süleyman
Mal ve mülk tutkusunu kalbinden söküp attı
Ve kendisini bir miskinden başka bir kimse olarak görmedi.
Mal ve mülk ayaklar altına alınırsa izzet ve onuru berabewrinde getirir. Kalpte yer alırsa helaket ve felakete yol açar. Sevgili Peygamberimizin Elfaqru Fakhri ( fakirlik iftiharımdır) hadisini de bu perspektivden anlamaya çalışmak lazım. Mal ve mülke sahiplenmek ve onu daha yüksek hedefler, erdemler ve faziletler için kullanmak çok güzeldir. Salih insanın elindeki salih mal en hayırlı maldır ifadesi bu şşekilde uygulamada tahakkuk etmiş olur. Yukarılardakiler saraylarla övündüklerinde sırasıyla diğer insanlar da yatıyla, villasıyla, sitesiyle ve kıyafetiyle övünmeye başlar. Ashabı Suffe ideali yerini ashabı site gerçeğine terkeder.
Burhaneddin Dağ
|