Fatma Toksoy
****************************************************
KONU DETAY
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/nufus-uzerine
Resûlü Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şayet izdivaçla iftihar edeceği bir nesil hedeflenmemişse, o izdivaç ya da çoğalmanın hiçbir anlamı yoktur. Evet terörizme ya da sefahete bulaşmış, başı secdesiz, vicdanı paslı, gözü kanlı bir nesil ile Resûlü Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) iftihar etmeyeceği açıktır. O’nun, çoğalmasını istediği nesil, Allah indinde de makbul olan, O’nun rızasını kazanmaya teşne bulunan din-i mübîni yaşayan ve yaşatan bir nesil olmalıdır.
|
“Nüfusun nüfuzu olduğu unutulmamalıdır.” (M. Fethullah Gülen)
Geçim derdi insan için en önemli meselelerdendir. Buna geleceğin bilinemez/belirsiz oluşu ve tevekkülsüzlük duygusu da eklenince insanı müthiş bir endişe kaplar. Bu da fert ve toplumu karamsarlığa sevk eder. Nüfusun çoğalmasıyla hâlihazırdaki hayat şartlarının kaybolacağı ve tüketimin artmasıyla mevcut kaynakların yetmeyeceği gibi düşüncelerle endişe giderek korkuya dönüşür ve bu durum, insanda psikolojik bir hastalık hâlini alabilir. Geçmişte cahiliye dönemi insanlarının rızık endişesi ve fakirlik korkusuyla çocuklarını kendi elleriyle öldürmesi ile çağımız insanının işi genelleştirerek toplum çapında doğum kontrolü ve aile planlaması gibi ‘çağdaş usullerle’ nüfusun artmaması için elinden gelen gayreti göstermesi aynı sebeptendir. Acaba insanlar ekonomik endişeleri sebebiyle bu faaliyetlerinde ne kadar haklıdır? Nüfus gerçekten ekonomik sıkıntıya sebep olmakta mıdır? İnsanlar gelecekten endişe duymakta haklı mıdır?
Nüfus yoğunlaşmasının ekonomik sıkıntılara sebep olacağı fikrini ortaya ilk atan kişi, felsefe alanında doktora yapmış İngiliz din adamı Tomas Robert Malthus’dür (1766-1834). Malthus, “An Essay on the Principle of Population (Londan 1798)” (Nüfusun Davranış İlkesi Üzerine Bir Deneme) adlı eserinde ekonomik kaynaklarla nüfusun gelişmesi arasında meydana gelecek bir dengesizlik, bunun doğuracağı sonuçlar ve çözüm yolları üzerinde durmuştur.
Malthus’e göre gıda maddeleri en çok aritmetik dizi hâlinde yani 1, 2, 3, 4, 5... şeklinde arttığı hâlde nüfus geometrik dizi hâlinde yani 1, 2, 4, 8, 16... şeklinde çoğalır. Eğer hiçbir engelle karşılaşmazsa nüfus, her 25 yılda iki katına çıkar, yani dünya insan sayısına göre küçülür. Demek ki nüfusla gıda maddeleri arasında gittikçe artan bir dengesizlik vardır. Bu durumda insan başına düşen gıda miktarı gün geçtikçe azalacak ve insanlık açlıktan kırılacaktır. Malthus bu hesabı yaparken nüfusun artışını engelleyen bazı mekanizmaları; salgın hastalıklar, harpler, kıtlıklar gibi ölüm nispetlerini artıran tabiî ve sosyal birtakım engelleri de göz önünde bulundurmuş ve bütün bunlara rağmen nüfusun artış hızının fazla olduğu ve engellenmesi gerektiği kanaatine varmıştır (Aziz Köklü, İktisat İlmine Giriş, s.97-98, Aydın Yalçın, İktisadî Doktrinler ve Sistemler Tarihi, s.248). Acaba gerçekten Malthus ve onun gibi düşünenler bütün dünya insanlarını ilgilendirecek olan bu düşüncelerinde haklı mıdır? İnsanlığı bu yönde büyük bir felâket mi beklemektedir? Bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan açlık bu düşüncenin bir sonucu mudur?
Evvelâ şunu belirtelim ki; Malthus bir din adamı olmasına rağmen kâinatta câri olan rızıklandırma gerçeğini göz önünde bulundurmadan meseleye yaklaşmaktadır. Hâlbuki “İnsanı yaratan onun yaşaması için gerekli olan şeyleri de hazırlayarak onu yaşatacaktır.” inancıyla probleme yaklaşmış olsaydı, böyle bir sonuca varmazdı. İslâm inançlarına göre Allah Rezzâk’tır ve yarattığı her canlının rızkını da yaratıp kendisine ulaştırarak onu yaşatmaktadır. Kur’ân’da, “Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah’a aittir.” (Hûd sûresi, 6) mealindeki âyetle canlıların rızıklarının garanti edildiği bildirilmiştir. Allah, yarattığı her canlının rızkını da takdir ederek yaratmaktadır. Yeni doğan her insan rızkını da beraberinde getirir. “Hiç kimse rızkını tüketmeden ölmez.” (İbn Mâce, Ticâret, 3) Bu sebeple Kur’ân, rızık endişesi ve fakirlik korkusu taşımayı ve bundan dolayı çocukları öldürmeyi yasaklamıştır. “Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek şüphesiz büyük bir günahtır.” (İsrâ sûresi 31; En’âm sûresi 151) mealindeki âyetler bunu ifade eder.
İkinci olarak; nüfus artışı, sözkonusu eserin yazıldığı tarihten bu yana geçen 200 yıllık zaman diliminde tahmin edilen ölçüde olmadı. Eğer nüfus, her 25 yılda iki katına çıkmış olsaydı, 1800’lerde -yani kitabın yazıldığı sıralarda- yaklaşık 900 milyon tahmin edilen dünya nüfusunun 1975’te 115 milyara ulaşması gerekiyordu. Oysa ancak 4 milyara ulaşmıştır (Köklü, a.g.e., s.98). 2000’li yıllarda ise 230 milyar olması gerekirken hâlen dünyada 6 milyar insan yaşamaktadır. Demek ki tabiî ve sosyal engeller nüfus grafiğinin aşırı yükselişini önlemede yeterlidir. Bu sebeple insanın ayrıca müdahale ederek engeller koymaya çalışması gereksizdir. Varlığı ve insanı yaratan Yüce Allah, nüfus ile yiyecekler arasında mükemmel bir denge kurmuştur. Nasıl ki, balıklar milyonlarca yıldır bir yumurtlama döneminde denize milyarlarca yumurta bıraktığı hâlde denizlerdeki balık nüfusu aşırı şekilde artmıyor, denizler balıklarla dolup taşmıyor, aksine çeşitli faktörler devreye sokularak denge sağlanıyorsa, insan nüfusu da yine bu nizam sayesinde birtakım engellerle dengelenmektedir. Dünya üzerindeki bütün canlıların nüfus varlıkları aynı şekilde bir nizam ile dengelenmektedir. Aslında çeşitli müdahalelerle bu dengeyi bozan bizzat insanın kendisidir.
Üçüncü olarak; “Malthus besin maddelerinin artışı konusunda da yanılmıştır. Teknikte meydana gelen gelişmeleri; tarım ve sanayideki verim artışlarını ve dünyanın çeşitli bölgelerinde sağlanan imkânları görmemiş, bu yüzden yanlış sonuçlara ulaşmıştır.” (Köklü, a.g.e., s.98). Bu üç sebepten Malthus’ün teorisi isabetli çıkmamıştır.
Ayrıca dünyanın ne kadar insanı besleyecek verimli araziye sahip olduğu konusunda da çeşitli araştırmalar yapılmıştır ki, bunlar da Malthus’ü haksız çıkarmaktadır. Hudson Enstitüsü’nün bir raporuna göre dünyanın bugün ekilebilir verimli topraklarından ancak 1,4 milyar hektar arazi kullanılmakta, geriye kalan 1,79 milyar hektarlık arazi el değmemiş olarak durmaktadır. Bu verimli toprakların değerlendirilmesiyle dünya 30 milyar insanı daha besleyecek durumdadır (Sabri Akdeniz, Çağımızda Nüfusun Önemi, s.24-25). Islah edilip ekime elverişli hâle getirilebilecek araziler bu rakamın dışında tutulmuştur. Demek ki Malthus’ün bu fikri, iyi bir araştırmaya dayalı olmayan, onun dar görüşlülüğünü yansıtan ve ileriye ait tahminlerinin bozukluğunu ortaya koyan basit bir teoriden ibarettir. Kaldı ki, nüfusun çoğalması insanlık için bir tehlike olma yerine aksine devletler-milletlerin tarih içinde varlıklarını devam ettirmeleri için bir güvencedir.
Nüfusun Milletler ve Devletler İçin Önemi
Millet ve devletlerin hem gelecekte varlıklarını devam ettirmesinde hem de ekonomik ve siyasal üstünlük sağlamasında nüfusun önemli bir yeri vardır. Bugün teknolojik olarak gelişmiş Batı ülkelerinde yaşlı nüfus oranının genç nüfusa nazaran fazla oluşu, onları gelecekleri hakkında endişeye düşürmektedir. Meselâ; ABD’de 60 yaşın üzerindeki nüfusun oranı % 20 civarındadır ki, bu durum geleceğin Amerika’sının şimdikinden daha sıkıntılı günlere gebe olduğu konusunda fikir vermektedir. Doğum oranlarının 1950’li yıllardan itibaren düşmesi sonucu Avrupa’nın nüfus dengesi de bozuldu. Çoğu Avrupa ülkesinde nüfusun % 60’tan fazlası 30 yaşın üzerinde bulunuyor. Ülkemizde ise nüfusun % 70’i 30 yaşın altındadır (Osman Özsoy, “Nüfus Açısından Dünyanın Geleceği II”, Zaman Gazetesi, 26 Aralık 1991). Gelişmekte olan ülkeler hızla artan nüfuslarına eğitim ve sağlık hizmetleri vermeye çalışırken, bu büyük potansiyellerini 21. asra, yetişmiş ve vasıflı olarak kazandırmanın yollarını arıyor. Gelişmiş ülkeler ise, nüfusu hızla artan dünyada, mevcudiyetlerini devam ettirip ettirememe gibi korkulu bir kâbusa saplanmışlardır.” (Özsoy, a.g.m. II). Nitekim İsveçli Bakanlardan Trygar; Millet Meclisi’nde yapmış olduğu bir konuşmada ülkesinin bu konuda içinde bulunduğu durumu şu sözlerle özetlemiştir: “İsveçliler eğer intihar etmek istemiyorlarsa, vatanlarındaki doğum azlığını görmek ve buna karşı müessir çareler bulup tatbik etmek suretiyle bunu önlemek zorundadırlar.” (Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, çev. Ramazan Yıldız s.56).
Nüfus bir milletin ilerleme ve kalkınması için önemli bir etkendir. Nüfusun artmasıyla tüketim artacağı gibi, üretim de artacaktır. Artan nüfusa iş imkânı sağlamak için işlenmeyen toprakları devreye sokmakla, yeni yeni iş kolları açmakla, ilim ve teknikte ilerlemeler kat ederek imkânlarından istifade etmekle ekonomik kalkınma gerçekleşecektir. Bu çerçevede Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi ülkeler nüfusları sayesinde, ekonomik üstünlüğü olan süper güç olma vasfını taşırken, Kanada, Brezilya ve Avustralya gibi ülkeler kalkınmış olmalarına rağmen nüfuslarının azlığı sebebiyle dünyayı etkileyecek süper güç olma niteliği gösterememektedir. Fransa gibi birkaç Batı ülkesinin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmalarının altında yatan sebep de ülkemizdeki nüfus yoğunluğudur. Bir de bu nüfusun genç, dinamik ve iş gücü oluşturan kısmının fazla oluşu onları millet olarak gelecekleri konusunda endişeye sevk etmektedir.
Ekonomik üstünlükten başka siyasal üstünlük için de nüfusun yoğunluğu önemli bir etkendir. Her ne kadar teknolojinin gelişmesi siyasî üstünlükte insan unsurunun rolünü azaltır gibi görünse de, nüfus yine siyasî kudret göstergesi rolünü muhafaza etmektedir. Meselâ petrol zengini ülkelerin ekonomik güçleri yanında nüfus varlıklarının az olması dünya siyasî konjonktüründe varlık göstermelerine engel olmaktadır (Osman Özsoy, “Nüfus Açısından Dünyanın Geleceği I”, Zaman Gazetesi 25 Aralık 1991).
Nitekim teknolojik olarak gelişmiş Batılı ülkeler, siyasî, iktisadî ve sosyal sahalarda güç ve söz sahibi olmak için nüfusun gerekli olduğu fikrini iyi kavradıklarından kendi içlerinde nüfusu artırıcı tedbirler alırken gelişmekte olan ülkelere; nüfus artışının refahı azaltacağı, kalkınmayı olumsuz yönde etkileyeceği ve kişi başına düşen gelirin azalarak açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalınacağı fikirlerini ilim kisvesi altında empoze etmektedir. Bunun ötesinde de gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelere nüfusu azaltıcı tedbirler içeren yardımlar yapmaktadır.
Batı Ülkelerinin Nüfuslarını Artırmak İçin Aldıkları Tedbirler
Batılı gelişmiş ülkelerde nüfusu artırma doğrultusunda birtakım tedbirler alındığı, zaman zaman dünya kamuoyuna yansımaktadır.
İngiltere’de nüfus artışını desteklemek için National Leaque (Millet Derneği) isimli bir dernek kurulmuştur. Bu derneğe başkanlık eden İçişleri Bakanı H. Morrison, nüfus artış hızının kesilmesinden duyduğu kaygıyı şöyle açıklamaktadır: “Eğer İngiltere bugünkü durumunu koruyarak yükselip ilerlemek ve gelecekte refah ve saadete ulaşmak istiyorsa her İngiliz ailesi % 25 oranında çoğalmalıdır.”
Neticede İngiliz Hükümeti 1944’te bu konuyu inceleyerek gerekli tedbirleri almak için bir komisyon kurdu. Konu hakkında araştırma yapan komisyonca hükümete her aileye çocuk sayısınca mâlî mükâfat verilmesi, çok çocuklu ailelerin vergi yükünü hafifletip bunu bekârlara yüklemek için gelir vergisi kanununda değişiklik yapılması, en aşağı üç yatak odası bulunan evler yaptırarak mesken buhranının önüne geçilmesi, kalabalık ailelerin mâlî durumlarına tesir edecek nitelikte hayır işleri ve sağlık hizmetleri hakkında projeler hazırlanıp bunların tatbikine geçilmesi, nüfusun azalmasını inceleyip bu problemin nasıl halledileceğini araştırıp öğreten dernekler kurulması (Mevdûdî, a.g.e., s.51) gibi tedbirler tavsiye edildi.
Almanya’da vergi sistemi, aile hacmini büyültücü şekilde uygulanmaktadır. Aile tazminatı üçüncü çocuktan itibaren başlamaktadır. Çocuk sayısı arttıkça vergi indirimi de işçilere ödenen çocuk tazminatı da artmaktadır (Özsoy, a.g.m. II).
Fransa’da gebeliği önleyen her türlü tedbir ve bu konuda eğitim-öğretim yasaktır. Çok çocuklu ailelere bazı vergilerde muafiyet tanıyan, trenlerde kolaylık sağlayan, çocuksuz evlilere ve bekârlara ek vergiler yükleyen kanunlar çıkarılmıştır. Ayrıca her aileye çocuk başına devletçe dolgun bir ödenek bağlanmıştır. Öyle ki bugün Fransa’da dört çocuklu bir ailede hiç kimse çalışmasa bile verilen çocuk ödeneği bütün aileye mütevazı bir geçim sağlayabilmektedir (Akdeniz, a.g.e., s.47). Nitekim Avrupa ülkelerine çalışmaya giden Türk işçilerinin pek çoğu da verilen çocuk parasıyla ve sosyal yardımlarla geçimlerini sağlamaktadır. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın yanında İtalya, İsviçre gibi diğer bazı Batılı ülkeler de benzer tedbirler almışlardır.
Buna rağmen gelişmiş ülkelerde refah seviyesinin yüksekliği ve lüksün gelişmesi bunun yanında çeşitli ahlâkî ve sosyal sebeplerle Batı insanının çocuk yapmaktan imtina etmesi doğum oranını azaltmıştır. Gelişmiş Batı ülkeleri bu durumu endişe ile takip etmektedir. Bunun yanında Rusya’da nüfusu artırmak için oluşturulan insan haraları, yöntemi de netice vermemiştir. Batı ülkeleri onca teşvik edici unsura rağmen nüfusu artırıcı bir netice elde edemeyince, diğer ülkelerin nüfusunu azaltıcı gayretlere daha ciddiyetle sarılmışlardır (Özsoy, a.g.m. I).
Ülkemizde Nüfus Kontrolü
Batılı güçlerin gerekli malzemeyi göndererek, milyonlarca dolar harcayarak yürüttükleri bu kampanyaların yoğun olarak sürdürüldüğü ülkelerden birisi de bizim ülkemizdir. Türkiye’de, Amerika ve Avrupa’nın desteğiyle doğum kontrolü, aile sağlığı ve nüfus planlaması görevlerini yürüten dernekler ve vakıflar kurulmuştur. Resmî kurum ve kuruluşlarca -bilhassa Sağlık Bakanlığı’nca- sahip çıkılarak gebeliği önleyici bedava malzeme dağıtılmakta hattâ bu işin eğitimi yaptırılmaktadır. Yine Sağlık Bakanlığı’nın desteğiyle Hacettepe Üniversitesi bünyesinde kurulan “Nüfus Etüdleri Enstitüsü” bu işleri organize etmiş ve kurumun masraflarının karşılanması ve personel ihtiyacını bizzat Amerika karşılamıştır (Özsoy a.g.m. II). Ayrıca devletimiz en fazla 2 çocuk için çok az bir miktar ödenek vererek işin cazibesini kaçırıp fazla çocuk yapmayı engellemektedir. Hâlbuki Türkiye gibi verimli bir ülkede kaynak kıtlığı söz konusu olmadığından nüfusun tehlike olduğu öne sürülerek doğum kontrolüne gidilmemelidir. Belki de Amerika ve Avrupa nüfusumuzu kendileri için tehlike gördüğünden, ülkemizdeki bu tür faaliyetlere yardımcı olmakta ve onları teşvik etmektedir. Bunun ötesinde mevcut kaynakları kullanmama ve işlenecek toprakları işletmeme sebebiyle nüfus, devlet için tehlikeli olabilir. Çünkü bu durum aşırı işsizlik doğuracağından sosyal, ekonomik ve siyasal hayat dengesinin bozulmasına yol açar. Nitekim ülkemizde de mevcut kaynakların yeterince değerlendirilmemesi, işlenecek toprakların iyi işlenmemesi ve tarım faaliyetlerine rağbetin azalması sebebiyle işsizlik artmış ve devlet memuriyetine yoğun bir kayma olmuştur. Memur alımlarında yapılan müracaatlar bunun bir göstergesidir.
*****************************************************
http://www.sdplatform.com/Dergi/645/Insanligin-vahsi-sabikasi-infantisit.aspx
Prof. Dr. Gürkan Öztürk
1968 yılında Karabük’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladı. 1993 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Üniversite yıllarında çeşitli dergilerde popüler bilim yazarlığı yaptı. 1995-1999 yılları arısında King’s Collage’de fizyoloji doktorası yaptı. 1999-2010 yılları arasında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen İstanbul Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji AD’de görevini sürdürmektedir.
İnsanlığın vahşi sabıkası: infantisit
Gelişimsel sinirbilimciler, insan beyninin en alt düzeyde bir sürüngen beyniyle başlayıp eklenen üst bölümlerle son halini aldığını savunurlar. Bunun anlamı, insan olarak içimizde hayvanlarla paylaştığımız ortak bir yapılanmanın bulunduğudur. Bu yapılanma sayesinde hayatta kalmak için beslenme ve tehditlerle mücadele etmede ve neslimizi devam ettirmek için doğuştan getirdiğimiz oldukça etkin bir takım biyolojik ve psikolojik mekanizmaları kullanıyoruz. İnsan olmak, bu mekanizmaları hayvanlardaki serbestlik ve bencillik seviyesinden çıkartıp ahlaki toplumsal normlar çerçevesinde tekrar şekillendirmeyi gerektiriyor. Suç, terör, anarşi, fuhuş, cinayet ve hırsızlık gibi sapmalar bu gözle analiz edildiğinde, çoğunun kontrol altında tutul(a)mayan ilkel güdülerle açıklanabileceğini görürüz.
Kürtaj tartışmaları sırasında çokça duyduğumuz “benim bedenim, benim kararım” gibi söylemler, aslında ilkel biyolojinin dikte ettirdiği, fetüsü “kolayca harcanabilir niteliksiz bir doku parçası”na indirgeyen ve organizma olarak sadece kendi yaşamsal içgüdülerini önceleyen bir anlayışın sesidir. Öyle ki eğer bu yavru doğarsa, dişinin ve diğer yavrularının gıdaya erişimi azalabilir (fakir ailelerde geçim sıkıntısı, çalışan kadınların kalıcı ya da geçici olarak işini kaybetmesi), dişinin sürü dışına atılma riski ortaya çıkabilir (gayrimeşru ilişki sonucu gebe kalma, bebeğin istenmeyen cinsiyette olması) ya da dişinin üreme kapasitesi düşebilir (doğumsal anomaliler, hastalıklar).
Çok fazla olmasa da doğada da fetüsten kurtulmanın örneklerine rastlanabiliyor. Bu konudaki ilk araştırmaları Hilda Bruce yaklaşık elli yıl önce yaptı. Bu çalışmalarda daha sonra “Bruce etkisi” olarak anılacak bir mekanizma ile gebe farelerin yeni bir erkekle karşılaştıklarında yavru attıkları gösterildi (1). Yakın zamanda Science dergisinde yayımlanan bir makale, Bruce etkisinin primatlarda da var olduğunu ortaya koydu (2). Buna göre Etiyopya’da yaşayan Gelada maymunu sürüsünde, yeni bir erkek hâkimiyeti ele geçirdiğinde, hamile dişiler spontan düşük yapıyor ve bu dönemde toplam doğum sayısı % 80 azalıyor. Araştırmacılar bunu, sürüdeki mevcut tüm yavruları öldürerek önceki erkeğin genlerini ortadan kaldıran yeni erkeğin doğacak yavruyu da öldüreceği gerçeğine bağlıyor. Kendiliğinden düşük yapan dişiler, zaten ölecek bir yavru için vakit kaybetmiyor ve bir an önce hayatta kalma şansı olacak yeni bir yavruya gebe kalabiliyorlar; bu da onların üreme başarısını arttırıyor.
Doğmuş savunmasız yavruyu öldürmek, hayvanlar arasında çok daha yaygın bir olay. Örneğin bazı balıklar ve kemirgenler yavru sayısı belli bir rakamın altına düşerse bunlarla vakit kaybetmemek ve bir an önce daha verimli bir üreme dönemine girmek için mevcut yavrularını yiyorlar. Gelada maymunlarında da gözlendiği gibi erkek aslan yeni bir sürüyü ele geçirdiğinde mevcut yavruların hepsini katlediyor.
Bu anlattıklarımız hayvanların en temel içgüdülerinin bir eseri. Ne yazık ki varlığının hayvan tarafını ahlak ve erdem ilkeleri ile yönetmesi gereken insanoğlu da ilk çağlardan beri bebek öldürme (infantisit) suçunu hep işleye gelmiştir. Tarih öncesi dönemdeki infantisit oranının % 50’leri bulduğuna dair iddialar bulunmaktadır (3).Tarım toplumuna geçişe kadar ki dönemde bunun en önemli nedeni yeni bireyleri besleyememe endişesi olarak gösterilmektedir ve kurbanlar genellikle kız çocuklarıdır. Daha sonraki zamanlarda dini içerikli öldürmelere, tanrılar adına bebeklerin katledilmesine şahit oluyoruz. Bu konuda en ileri gidenler Tunus’ta yaşamış olan Kartacalılardır. Öyle ki tanrıları Baal Hamon’a adamak üzere bebekleri ateş çukurlarına yuvarladıkları tespit edilmiştir (4). Eski Yunan ve Roma’da bebek öldürmek kabul gören bir davranış olmamakla birlikte dolaylı olarak yaygın bir şekilde uygulanmaktaydı. Bebek doğduğunda, babaya, bir başka aile büyüğüne ya da bir din adamına gösterilir, bu kişiler eğer yaşamasını isterse bebeğin bakımına devam edilir, yoksa kapı önüne bırakılırdı. Bırakılan bebeğin açlık, sıcak, soğuk ya da vahşi hayvanlar gibi “doğal” sebeplerden ölmesi beklenir, böylece bebek öldürmenin sorumluluğu alınmamış sayılırdı. Bebeğin dışarı bırakılmasının temel sebepleri gayrimeşru olması, sağlıksız ya da sakat olması, kız olması ve ailenin fakirliğiydi.
Antik çağlarda Almanya’daki kabileler de çocukları ormana terk etme âdeti varken, İngiltere paganları da çocuk kurban ediyorlardı. İslamiyet öncesi Arap toplumlarında infantisit bir nevi post-partum doğum kontrolü olarak kullanılıyordu ve son derece yaygındı. Bebekler fakirlik, tanrılara adak ve kız çocuğu babası olmaktan utanma gibi türlü sebeple genellikle diri diri gömülerek öldürülüyordu. Rusya’nın Kamçatka bölgesinde bebekler öldürülür ve köpeklere atılırdı. Sibirya halklarından Koryaklar 19. yüzyıla gelinceye kadar bebek öldürme adetini sürdürdüler; öyle ki ikizlerden birini mutlaka kurban ederlerdi (5). Bazı Gürcü kabileleri kız bebekleri ağızlarına kızgın kül doldurarak öldürürlerdi (6). Antik Çin’de de bebeklerin, özellikle kız bebeklerin terkedilmesi ya da soğuk su dolu bir kapta öldürülmesi yaygın uygulamalardı. Budizm’in yayılmasından sonra da durum pek değişmedi; ebeveynler öldürdükleri bebeğin nasıl olsa daha iyi bir hayatta tekrar doğacağı bahanesiyle geleneği devam ettirdiler. Çinlilerin infantisiti meşrulaştıran önemli bir özellikleri, bebeği altı aydan önce insan saymamalarıydı (7). Song hanedanı döneminde Hubei ve Fujian eyaletlerinde zenginler üç oğlan iki kız, fakirler ise iki oğlan bir kızdan sonraki tüm bebekleri öldürüyorlardı. Qing Hanedanı zamanında ise tüm kız bebeklerin 1/5 ila 1/4 kadarı infantisit kurbanı oluyordu. Japonlar tarladan bitki seyreltmek manasına gelen “mabiki” kelimesini infantisit için kullanıyor ve bebeği ağzına ve burnuna ıslak kâğıt bastırarak öldürüyorlardı; bu adet 20. yüzyıl başlarına kadar devam etti. Belki de en korkunç infantisit geleneği Yeni Gine yerlilerinin bazı bebekleri öldürmeleri ve ardından bunları yemeleridir ki bu adetin halen devam ediyor olma ihtimali yüksektir. Halen sürmekte olduğundan şüphelenilen akıl almaz bir başka infantisit dehşeti, birkaç yıl önce yine Papua Yeni Gine’de ortaya çıkarıldı. Uzun yıllardır birbirleriyle savaşmakta olan bazı kabilelerin kadınları, savaşacak erkek kalmaması ve böylece savaşın bitmesi için doğan oğlan çocuklarının hepsini öldürmeye başladılar ve bu durum on yıldan fazla sürdü. Kenya’nın Kikuyu kabilesi ikizleri törenle öldürürken Nijerya’nın Ibo halkı doğumda annesi ölen bebeği diri diri gömerlerdi. Kuzey ve güney Amerika’nın yerli halkları arasında da infantisit oldukça yaygındı. Inuklar bebekleri denize atardı. Yukon ve Mahlemuit kabileleri kız bebeklerin ağızlarına ot doldurur ve ölüme terk ederlerdi. Inuitler bebekleri buz üzerinde ölmeye bırakırlardı. Maidu yerlilerine göre ikizler o derece tehlikeliydi ki sadece kendileri değil anneleri de öldürülürdü. Şu an ki Teksas bölgesinde yaşamış olan Mariame yerlilerinde kız infantisiti o derece yaygındı ki evlenmek için başka kabilelerden kadın getirirlerdi. Brazilya’nın Tapirape yerlilerinde bir kadının aynı cinsiyette ikiden ve toplamda da üçten daha fazla çocuk sahibi olmasına izin verilmez, “fazlalıklar” öldürülürdü…
Maalesef bulunduğumuz çağda da bu korkunç suç işlenmeye devam etmektedir. Dünya çapındaki yıllık infantisitin 100 bin yeni doğumda 2,1 oranında olduğu rapor edilmiştir (8). Ancak bu oranın Çin ve Hindistan gibi bazı ülkelerde çok daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Çin’de tek çocuk politikasına bağlı olarak olması gerekenden 25 milyon daha az kız çocuğu varlığı hesaplanmış olup bunun ne kadarının seçici kürtaj, ne kadarının ise infantisite bağlı olduğu bilinmemektedir (9). Yasak olan anne karnında ultrasonla cinsiyet tayini, otoparklarda araçlar içinde dahi kaçak olarak yapılmakta ve kız bebekler kürtaj akıbetine uğramaktadır. Çin’de toplamda 40 milyon kız ve kadının “eksik” olduğu rapor edilmiştir. Hindistan’da da büyük boyutlarda bir kız bebek katliamı süregelmektedir. Sadece Salem eyaletinde son birkaç yılda öldürülen kız bebeklerin sayısı 4 bin 500 olarak rapor edilmiştir. Bunda en önemli neden, ailelerin kızları evlenirken ödemek zorunda oldukları yüklü çeyiz parası olarak gösterilmektedir. Hindistan genelinde durum o derece vahimdir ki, resmi kayıtlara göre 1000 erkek bebeğe karşı sadece 880 kız bebek dünyaya gelmektedir (10).
İnfantisit, tarih boyunca insanlığın işleye geldiği en korkunç suçlardan biridir. Üç ilahi din de bebeklerin öldürmemesi konusunda kesin uyarılarda bulunmuştur. Konuyla ilgili en net uyarılardan biri İsra Suresi 31. ayette yapılmaktadır: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da, size de biz rızık veriyoruz. Doğrusu onları öldürmek büyük bir günahtır.”
Kaynaklar
1) A.S. Parkes, H.M. Bruce., Olfactory Stimuli in Mammalian Reproduction, Science 13 October 1961 : 1049-1054.
2) Eila K. Roberts, Amy Lu, Thore J. Bergman, Jacinta C. Beehner, A Bruce Effect in Wild Geladas, Science 9 March 2012: 1222-1225.
3) Birdsell, Joseph, B. (1986). Some predictions for the Pleistocene based on equilibrium systems among recent hunter gatherers", Man the Hunter, Aldine Publishing Co.:239
4) Brown, Shelby (1991). Late Carthaginian Child Sacrifice and Sacrificial Monuments in their Mediterranean Context. Sheffield: Sheffield Academic Press. pp. 22–23.
5) Kennan, George (1986) Tent Life in Siberia. NY: Gibbs Smith.
6) McLennan, J.F. (1886). Studies in Ancient History, The Second Series. NY: Macmillan & Co., Ltd..
7) James Z. Lee, Cameron D. Campbell. Fate and fortune in rural China: social organization and population behavior in Liaoning, 1774-1873. p. 70.
8) Herman-Giddens, Marcia E.; Jamie B. Smith; Manjoo Mittal; Mandie Carlson; John D. Butts., Newborns Killed or Left to Die by a Parent A Population-Based Study, JAMA 19 March 2003:1425–1429.
9) Tien, Yuan H. (1991). China's Strategic Demographic Initiative. NY: Praeger.
10) http://edition.cnn.com/2003/WORLD/asiapcf/south/07/07/india.infanticide.pt1/index.html (Erişim tarihi: 01.08.2012)
Eylül-Ekim-Kasım 2012 tarihli Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 24. sayı, s: 36-37'den alıntılanmıştır