İsraf Kapitalizmin Ruhudur
faruk beşer
İsraf Kuranı Kerim"in temel kavramlarından biridir, yirmiden fazla yerde geçer ve sözlükte haddi aşmak, sınırı geçmek demektir.
Kuranı Kerim"de israf anlamında bir de tebzîr kavramı vardır ve israfla aralarında şöyle bir farkın olduğu söylenir: İsraf bir değeri gereğinden fazla harcamadır. Tebzîr ise hiç gereği yokken harcamadır. Onun için Kuranı Kerim"de; "Allah"ın seçkin kulları infak ettiklerinde israf etmezler" denirken, "tebzir yapanlar şeytanlarla kardeştirler" buyrulur. Yani tebzîr israftan da öte bir israftır, Türkçeye saçıp savurma diye çevrilir.
Aslında haddi aşmanın her türlüsü israftır. Zevku sefada, yemede içmede, cinsellikte, gezip tozmada, uyumada, konuşmada ve daha pek çok alanda haddi aşma israftır.
İsrafı; Allah"ın verdiği her türlü değeri dünyaya da ahirete de yaramayacak şekilde tüketme diye tanımlayabiliriz. Her türlü değeri; malı mülkü, parayı, zamanı, sağlığı, bedeni, bilgiyi… Bu aslında Efendimizin bir şerefli sözünün ifadesi olur:
"Kıyamet günü Rabbinin huzurunda şu beş şeyden hesaba çekilmeden kul olduğu yerden kıpırdayamaz: Ömrünü nerede tükettin, gençliğini nerede eskittin, malını nereden kazandın, nereye harcadın, bilginle ne yaptın?"
Süfyan Sevrî israfı şöyle tanımlar: "Allah"a itaat anlamı taşımayan her harcama, az da olsa israftır".
İsrafın azı olmaz; azı az israf, çoğu çok israf olur.
Yıllar önce ekonomi sözlüklerinde israf maddesini bulamadığıma şaşırmıştım. Yenilerde yayımlanan birisi israfı üç beş satırla tanımlamış, buna da şaşırdım, yanlışlık yapmış, kapitalizmde israf mı olur? Onun kendisi israftır.
Kapitalizm insanın ihtiyaçlarını karşılamayı değil, ihtiyaç üretip mal satmayı hedefler. Bunun için üretimin sürekli artırılması esastır. Modern mabetler olan AVM"lere ihtiyaç karşılamak için gidilmez, bakalım yeni çıkan neler var, onlar için nasıl bir ihtiyaç üretebiliriz diye gidilir. Yeni çıkanlar alınır, eskiler atılır. "Kullan ve at" bu anlayışın en temel özelliğidir. Bu hayat tarzı zorunlu olarak eskiyen insanların da bir kenara atılmasını sonuç verir.
İşin ilginç yanı, müslümanların da bu gün inanç açısından müslümanım deseler de hayat tarzı olarak kapitalist olmalarıdır. Bu nereye kadar gidebilir? İki adım sonra "inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız" meşhur sözü gereği, kapitalistçe yaşayan müslümanlar inanç açısından da kapitalist olmak zorunda kalacaklardır. Kapitalist, kapitale sahip olan değil, kapital için yaşayandır. Tıpkı bir sufinin zühd tanımı gibi: Zühd insanın servete sahip olmaması değil, servetin insana sahip olmamasıdır.
Bir mümin için Allah"ın şu sözleri aslında meseleyi anlatmaya yeter: "israf edenleri Allah sevmez", "müsrifler cehennemin yaranıdırlar". Böyle olduğuna inanan bir insan israf yapabilir mi?
Bilginin tabiatı açısından bakıldığında, hem buna inandığını söyleyip hem de israfa devam edenler aslında buna tam olarak inanmamaktadırlar. İsrafları ölçüsünde imanları eksiktir. Bunu başarmak da yeterince bilgi gerektirmektedir.
Tersinden düşünürsek; buna inanmayanlar niçin israf etmesinler. İsraf etmeyelim diye düşünmek onlar için zaten bir çelişki olur. Çünkü israftan kaçınma Allah"ın insana verdiği her türlü değeri O"nun sevmediği yolda zayi etmeme bilincidir. Böyle bir muhasebeye inanmayan insan zevk alıyorsa neden tüketmesin? O halde şöyle denebilir: İnsan ne kadar israf ediyorsa aslında o kadar nefsine tapmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------------
http://ilhami46.blogcu.com/isra-26-ayet-teki-sacip-savurmayin-emri-ne-anlama-gelir/3802272
bu sayfadan alınmıştır
ISRA-26. AYET'TEKİ "SAÇIP SAVURMAYIN" EMRİ NE ANLAMA GELİR?(
Isra-26 ayet, eğer “saçıp savurmayın” emrini bir sonraki ayette verseydi, açıklanması daha kolay olurdu. Ama bu emri infak vecibesini saydığı ayetin sonunda verdiği için bazı anlayış hataları olmuştur.Biz hemen ayeti vererek konuya girelim ki, muktesidlerin nerede doğru ve nerede yanlış yaptıklarını biraz daha kavrayalım.
“Karabet sahibine de hakkını ver, miskîne de, yolda kalmış da, bununla beraber saçıp savurma(Isra-26)
Bu beş ayetin meali de merhum Hamdi Yazır’dan alınmıştır. Çünkü meller sadeleştirildiğinde anlam kaymaları oluyor.Biz de ayrıntılarda gerçeklere işaret etme yolunu tercih ettiğimiz için böyle yaptık. Bu ayetin tefsiri hususunda birkaç tefsirciden özet açıklamalar sunarak ve ayrı ayrı kanaatlerimizi bildirerek devam ettireceğiz. Çünkü insanların sembolik bir zekat verme şeklindeki günümüz uygulamalarının sebebi ve yine infakı hepten terk etmelerinin nedeni bu konudaki yorum eksiklik ve hatalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için de bırakınız hayırda yarışmayı, Haşr-9 ayette ki ensariyet dahi terk edilmiştir. Kaldı ki aynı ayet nefsin cimriliğinden kurtulmak için ensariyeti bile aşarak iysâr yapılmasını ön görmektedir.
Bu ayet hakkında Bakalım Fahrüddün Er Râzi ne demiş?
“Akrabana, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. İsraf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan sarf-t nazar edersen, o durumda kendilerine yumuşak söz söyle" (İsrâ, 26-28).
“Bil ki bu, ayetlerde ele alınan hayır ve tâat amellerinin, dördüncüsüdür. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:“
Birinci Mesele
“Ayetteki âti "ver" emrinin kime hitab olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu, Hz. Peygamber (s a.s.)'e bir hitaptır. Böylece, Cenâb-ı Hak ona, pay ve ganimetten almaları vûelb olan haklarını, akrabalarına vermesini emretmiş; yine o Peygambere, fakirlerin ve yolda kalmışların haklarını da, bu pay ve ganimetten ayırarak vermesini de farz kılmıştır.
İkinci Görüş: Bu, herkese bir hitaptır. Bunun böyle oluşunun delili, bu hitabın, "Rabbin. "Kendisinden başkasına kulluk etmeyin" diye hükmetti" Isra, 23) ifadesine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre mana, "Senin, ana-babaya itaatini yaptıktan sonra, derece derece olmak üzere, akrabalarına da iyilik yapman ve sonra da, fakirlerin ve yolda kalmışların hallerini de iyileştirmen vaciptir" şeklinde olur.
Bi ki Cenâb-ı Hakk'ın "Akrabana,., hakkını ver" buyruğu, mücmel bir emir olup, bu ifadede, o hakkın ne olduğunun bir izahı yoktur. Şafiî (r.h)'ye göre, çocuklar ve ana-babadan başka hiç kimseye infâkta bulunmak farz olmaz. Bazı alimler ise, ihtiyaçlarına göre, mahremlere (nikâhı helâl olmayan yakın akrabaya) infâk etmenin farz olduğunu söylemişlerdir. Alimler, meselâ amcaoğulları gibi, mahremlerden olmayan kimselerin, sevgi, ziyaret, iyi muâmele ve darlık ve genişlik zamanlarında yapılacak olan ülfetten başka bir hakları olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
Fakirler ve yolda kalmışlara gelince, bunların hükümleri, Tevbe Sûresi'ndeki (Ayet. em zekât ayetinin tefsirinde geçmişti. İnsana, fakirlere, hem kendisinin hem de çoluk-çocuğunun yiyeceğini-giyeceğini karşılayacak şeyleri; yolda kalmışa da, ona ancak azık ve biniti vermeleri farz olur.
KANAATİMİZ:
Burada sıcağı sıcağına fikrimizi açıklayalım. Ayetin asıl amacını keşfedenler ikinci görüş sahipleridir. Kıyasen birinci görüşteki hale uygulamaya da bir sakınca yoktur. Ama hüküm geneldir ve Bakara-219/2 ayet gereği yapmamız gereken farz ibadeti bize hatırlatan bir ayettir. Bakara-219/ infak miktarını da vermiştir. Burada ayrıca infak edilecek miktarın bildirilmesine gerek yoktur. Her kanarak çevresine iktisad ilminin gereği olarak gölge eder konumda olan ve gölge eder konuma gelen insan, aynı zamanda imkansız ve imkanı dar olanları serbest iş tutmakta beceri sahibi olmayanları(Miskin budur) mağdur, mahrum duruma düşürmüştür. Yani çukurlar açarak kendi öbeğine yığmıştır. İşte infak’ın farz oluşunun sebebi budur. Nasıl Bakara-21972 ayete hususi diyemiyorsak, buda özel değildir. Zaten o hükmün hatırlatılması ve infakın kimlere yapılacağının açıklamasıdır. Burada sınırlayıcı bir saymada yoktur. Sadece daha yakından, daha uzağa ve her halükarda da fakir, miskin ve yolda kalmışın önceliğe yormaya müsait bir ayettir.
Kurbiyet konusunda bilhassa Arap yorumcularda bir daraltma vardır. Oysa kurbiyet Kuranda geçtiği yerlerde çok açıktır ki, kan akrabaları anlamına hapsedilecek bir kavram değildir. Mukarrebun meleklerine biz haşa Allah’ın kan akrabaları diyebilir miyiz? Ama Arap müşrikleri bunu geçmişte rahatlıkla iddia edebildikleri için Kurbiyet denilince şuuraltlarında bu yerleşmiştir. Bu da yorumlara fen etki yapmıştır. Günümüzde bu bütün İslam coğrafyasın öyle etki yapmıştır ki, bunun için hiçbir İslam ülkesinde sosyal devlet önemsenmemiş, idealistler tarafından anayasalara yerleştirilmiş olanlara bile “Bedevi İslam anlayışının varisleri” tarafından hızla kaldırılmaktadır. Herkesin dini mizacına göredir. Bu bakımdan bugün Bedevi İslam’ı demekte çok haklı olduğumuz infakın kurumlaşması anlamına gelen sosyal hukuk devletinin hiç uğramadığı ülkelerin başında Suudi Arabistan gelmektedir. Çünkü dini Medine alimlerinden(Bedeviyyetin zıttı) öğrenmeyip, kırsal kesim yorumcularından öğrenmişler. Oysa Resulullah bunun zıttını emretmiştir. Yani onlar cimriliği emrettikleri için, kendileri de Haşr-9 ahlakıyla ahlaklamadıklarından seçimleri infakı durdurmak ve sadece iyalleri için yaşayan, ara sıra da göstermelik “cömertlikler” yapan yola sapmış ve ihsanı terk etmişlerdir. Bu bakımdan merhum Şâfi yorumuna katılmamız mümkün değildir. Çünkü bu yorum infakın farz/vacip olduğunu kabul etmeyen yorumdur. Oysa Nahl-71 ekonomik eşitliği, Bakara-219/2 ise infakı emretmektedir. Farz ve vacibin yorumla Nesh edilmesi mümkün değildir. Kaldı ki kurbiyet komşuluğu hatta yurttaşlığı, yani misak-ı milli sınırları içinde bulunan her ferdi kapsayan bir genişliktedir. Fıkıh bile komşuluk kurbiyetini(Yakınlığını) dört yönden kırk hane olmak şartıyla 160 haneye, yani bin kişi civarında bir alana yaymıştır. Kuranda kurbiyet budur. Şâfi yorumundakine Kurbiyete Kuran asabiyet der. Burada kural merkezden başlamaktadır. Yani anne babadan başlamak suretiyle yakın komşuya, uzak komşuya, yurttaşa ve eğer dünya sulh üzere bir kavilleşme yapmışsa bütün dünyaya uzanan bir ilişkiler yumağıdır Kurbiyet…
Maalesef Emevi hakimiyetinden sonra merhum Şâfinin infakı umursamayan yorumu hakim olmuş ve Vahhabi ufuksuzluğu sonrası her İslam ülkesini ehemde ifrat ve mühimde tefrit şeklinde mülk fitnesi heryeri kaplamıştır. Bunun dışında ancak Türklerin İslami yorumu(Mezhebi) ve onunda alevi mezhebi Kuran ve asrısaadet zühdüne ve Suffa safi İslam’ın sadık kalabilmiştir. Gerçektende İslam’ın infak ayetlerine sadakat çok önelli ihsan ilkesidir. Bu ise sosyal devleti kurmak ve ondan ödün vermemektir. Bu Halife Ali(r.a) ilmi görüşüdür ki, Alevilik mezhebi bunun en ideal takipçileridir.Onların çoğunluğu Şiaca dahi ulaşılamayan bir infak anlayışına tabidirler. Başka mezhepte görülmeyecek şekilde “Kalven Mensura”(ekonomik sol, ahara meymenetlilik) savunucularıdır. İsra suresi Hak din sosyo ekonomi politik öğreti ve ilminin yoğun verildiği bir suredir. Bunun için biz, Muktesıd kavram açıklamasını iyice izhar etmek için bu sureden bazı ayetleri açmak lüzumunu duyduk. Bu bakımdan “İnfak vaciptir” diyen görüş doğrudur ve biz de ona katılıyoruz. Hem de infak Kuran’da muğlak bırakılmış bir kavram olmayıp çok açık tanımlanmıştır. Onun miktarı ihtiyaç fazlasının tamamıdır. Bu görüşümüzle yorumcuların tamamına yakınından da ayrılıyoruz. Bunu böyle yapmayıp, kendi masraflarını ihtiyacı olanın üzerine çıkartan, lüks içinde yaşayarak infakı azaltan, kendisinden sonra çok miras bırakmak ve benzer filler “tebzir”dir, yani saçıp savurmadır. Tebzir asla verilmesi gereken borcunu infak yaparsan kötü hale düşersin mesajını içermez. Ama ne yazık ki bu anlam çarpıtılarak “infakı kıs, bu saçıp savurmaktır, sora acırken acınacak hale düşersin” benzeri bir anlam vermişlerdir. Böylece hayırda yarışanlardan olma yerine, başkalarının hakkını nefsinin arzularına uymak için inkar eden ve zulmedenlerden olmaya meyledilmiştir. Ayette geçen saçıp savurma ”Tebzir” kavramını bakalım eskiler nasıl anlamıştır. Onu da Er Râzî tefsirinden izleyelim.
“İsraf Haramdır
“Daha sonra Cenâb-ı Hak, "israf ile savurma" buyurmuştur. Arapça'da tebzîr", malı ifsâd etmek ve onu saçıp savurmaktır. Osman İbn Esved şöyle demiştir: "Ben, Mücâhid'le beraber, Kâ'be'nin etrafındaki mescitleri dolaşıyordum. Derken, Mücâhid, başını kaldırıp bakarak "Şayet bir kimse, Allah yolunda, bu dağ kadar infâk edecek olsa, müsriflerden olmaz; ama, Allah'a isyanın söz konusu olduğu tek bir dirhem harcayacak olsa, müşriklerden olur" dedi." Bir kimse, herhangi bir hayır hususunda çokça infakta bulundu da, ona, "israf etmenin hiçbir hayrı yoktur" denildiğinde o, "Hayırda israf olmaz!" diye cevap verdi. Abdullah İbn Ömer'den öyle dediği rivayet edilmiştir "Bir gün, Hz. Peygamber (s.a.s), abdest alan Sa'd'a uğradı da, "Ey Sa'd, bu israf ne!" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd, "Ey Allah'ın Rasûlü, abdestte de israf var mıdır?" deyince, Hz. Peygamber: "Evet. akan bir nehrin Sayısında abdest alıyor olsan dahi!., " buyurdu.”
Kanaatimiz:
İsraf haramdır başlığıyla açıklanan bu yorum doğru ve isabetlidir. Kuran’ın “ infak emrine” tam uygunluk taşımaktadır. İnfak, ihtiyaçları karşılamak için masraf etmek anlamına gelir.
1-İnsanın kendisi ve iyali için harcama yapması kendisini infak etmesidir. İsraf da burada söz konusudur. Bu bakımdan Yukarıdaki görüşler doğru Merhum imam şafi yorumu Kuranla çelişmektedir. Meselâ Haşr-9, Bakara-219/2, Nahl-71, Maide-2 ve maide-92. ve benzer ayetlere aykırıdır.
2-Devlet infak edilir. Eğer kamu bir personel kullanıyorsa, onun masraflarını karşılamak kazananlar üzerine bir farzdır. Şafinin:” Şafiî (r.h)'ye göre, çocuklar ve ana-babadan başka hiç kimseye infâkta bulunmak farz olmaz”. Görüşü bu açıdan da mesnetsizdir. Resulullah zekatı Devlet adına toplar. Kamu giderlerini buradan karşılar. Fakir, yetim, miskin ve benzerlerinin masrafını da(İnfak) buradan karşılardı. Demek ki İslam’da bu infakta farzdır. Farz olmasaydı sahabenin ek yumuşak kalplilerinden olan Halife Ebu Bekir(r.a) şahâdet getirmiş ve zahiren müslüman olan, ama infak borcunu ödememekte direnenlere savaş açması cinayet olurdu. Bu meşru olduğuna göre devletin masraflarını karşılamak hem farz ve hem de vaciptir.Bu bakımdan da yukarıdaki yorum Kuran ve sünnetten onay alabilecek doğru yorumdur. Ne yazık ki, bu tür doğru yorumlar(artanın herkesin infakı için elden çıkartma farzı) ihmal edilmiş ve zulüm sürüp gitmiştir. Devleti infak(Kamu giderlerini karşılama) farzından büyük ölçüde kaçınılmıştır. Asrımızda farza karşı çıkanlar tarikat bile kurarak “Bu devlete vergi verilmez, oradan kaçırın bizim vakfa verin” diyen münafıklar bile kol gezmektedirler. İşte işe Emevi yorumunun başımıza getirdiği haller devlete vergi vermek ve sosyal hukuk devletine başkaldırı ve böylece farz ibadeti ve hayırda yarışı engelleyen sahte dindarlar türetmiştir. Halbuki sahabeler ittifakla infakın farz olduğunu ilan etmiş ve hayra harcanana8Edilen masrafa) asla israf denilemeyeceğini ilan etmişlerdir. Onlar ise çok infak etme sonra fakir olursun demişler.Zaten şeytanda böyle der. Onun için sonra ki ayet böylelerine şeytanın kardeşleri der. "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size kötülükleri (haddi aşmayı) emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf vaad eder. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir" (Bakara- 268)
3- Kendisi ve iyalinin dışında kalan, muhtaç, fakir, mi,skin ve yolda kalmış için harcama yapmak(infak) vacip bir ibadettir. İnsanın keyfine bırakılmamıştır. İnsan bununla hayır bile yapmış olmaz. Bu onun görevidir. Görevi olan şeyi yerine getirince teşekkürü hak etmez. Ama Allah o jadar yüce ahlaklıdır ki, böylelerine bile teşekkür eder. Bu konuda yorumuna katıldığımız Merhum Seyyid Kuttub’dan bir alıntı yapalım.
Seyit Kuttub:
“26- Akrabalarına, yoksula ve yarı yolda kalan yolcuya hakkını ver. Fakat savurganca davranma. Kur'an'ı Kerim'in akrabanın, yoksulların, yolda kalmışların, imkânları olanlar üzerinde bir hakkı olduğunu ve insanın boynuna borç bir yardım türü olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu bir insanın başka birine lütfen yaptığı bir yardım değildir. Bu, Allah'ın farz kıldığı, belirlediği kulluk ve tevhid ilkesiyle birlikte ele aldığı bir haktır. Mükellefin vermekle kendi görevini yaparak kendisini kurtardığı, o sadece Allah'ın kendisine farz kıldığı bir görevi yerine getirmesine rağmen kendisi ile yardımı alan arasında bir sevgi ortamı oluşturan bir haktır…”
Kanımızca:
Merhum Kuttub infakı farlardan kabul etmesi çok doğrudur. Gerçektende kesin emir halinde olan infak nafile değil, farzdır ve verilmesi mutlaka icap eder. Gaflet içinde olanlar bunu sırf kibirlerinden ter etmişlerdir. Servet ve çokça sermaye biriktirememe korkusu onların infaktan dönmelerine sebep olmuştur. Zaten seçimleri kapitalist üretim tarzı(Karın sermayeye eklenerek faaliyetin sürdürülmesi) yönünde olduğu için dini inkar etmeleri herkesçe anlaşılmasın diye infakın farz olmadığı hususunu savunma yolunu tercih etmişlerdir. İşte geldiğimiz durum. Bir türlü kapitalizmin duayeni olamadık ama, onları yanaşması olmaya biler can atma zilletine mahkum olduk. Şimdi de Prof. Hayrettin Karaman tefsirinden bir açıklama alalım.
Hayrettin Karaman:
“26-27. Üçüncü Ödev akrabaya ve muhtaçlara iyilik etmek, hayır yapmaktır, Bu hususta önceliği olanlar akrabalar olduğu için 26. âyette onlar başa alınmıştır. Bu âyetteki "... hakkını ver" ifadesi, hem nafaka borcunu ve zekât ibadetini hem de bunun ötesinde nafile cinsinden hayırları kapsamaktadır. Burada yoksulların da zikredilmesi, yardımın özellikle malî olanının söz konusu edildiğini gösterir,
TEBZİR KAVRAMI DHA DA AÇILMAYA MUHTAÇ BİR KAVRAMDIR.
Ayetin meali sanki yakınlara, miskine ve yol oğluna az ver gibi yorumlayanlar açıkça çıkmamışsa da, infak ihmal edilerek, zekat da cüzi bir seviyeye indirilerek emre itaatsizlik yapılmıştır.. Çok verirsen(İnfak edersen) şeytana arkadaş olursun gibi anlaşılmak istemiş meleler her halde.Bu ise, amaca ters bir anlamadır.Öyle ise, sözü açmak gerekir.Saçıp savurmak nedir? Niçin öyledir? Gerçi yukarıdan beri bunun ne anlama geldiği açıklandı ama, özel olarak derinlemesine bir araştırmaya girelim ki, körler görsün, sağırlar işitsin.Tabi ki bu bizim temennimizle olmaz. Allah dilerse kendilerin de ümit olanlara işittirir.
Ayette geçen kavram “Tübezzirü Tebzira” dır.Bu kavram gerçekten saçıp savurma anlamını taşır.Bu hali ile, İsraf kavramı da bunun yerine kullanılır. Ancak ; Tebzirat yapma kavramı, yakınlara hakkını ver, miskine ve yetime ver denildikten sonra geldiği için müşküldür. Gerçi sinle kullanılan israf kavramı, Sad’la oluşmuş “Harcama yapmak” anlamına gelenden farklıdır. Ama çoğu kez aynı şeyi anlatmak için günlük dilde kullanıldığı için bu anlayış bozukluğunu düzeltmekte fayda vardır.
Şunu belirtelim ki, kendine harcamanın çok veya az yapılmış olması ile israfla benzer anlam taşıyan “Bezere” kavramının masrafla ilişkisi yoktur. Bir insanın alışverişe çıkıp para harcaması ve döndüğünde çok masraf ettim demesi bezere veya israf kavramı ile bire bir örtüşmez. Aksine infakla örtüşür. Çünkü bu harcama çok lüzumlu olabilir.Kendisine bir şey alırken komşusuna veya fakire de bir şey almış olabilir.Belirleyici fark ise, “Boşa gitmesidir”.Yukarıda ki durum boşa gitmemiştir.Evin zorunlu ihtiyaçları için bir takım masraflar yapılmış ve hatta hayır işlemek için yine para harcanmıştır.Boşa gitme niteliği yoktur. Ancak yakınlara (iyaline) lüks harcamalar yapılmış ise, bu bir boşa harcamadır.Yine muhtaçlara balık tutmanın öğretilip, iş sahibi yapılması ve kendi kendini besler duruma getirilmesi daha Efdal iken, bunu yapmayıp,tüketim malları vererek onu devamlı başkası tarafından beslenmeye ihtiyaç duyar durumda tutmak israftır.
Gerek iyali, gerekse kan akrabanı veya kurbiyetin geniş anlamı ile sair yakınını hazırdan beslemek, onları miskinliğe terk etmektir.Tarlası yoksa, ona meccanen tarla, tohumu yoksa ona tohum vererek üretir duruma getirmek, boşa harcamak olmayan türdendir. Ama Aristokratlar bunu yapmazlar. Yani balık tutmayı öğretmezler ki kendilerine ihtiyaç devamlı olsun. Maun suresi bunlara maunete(Üretim yeri ve aracı) edinmeye mani olanlar der. Namazlarını eksik, kendilerini ikiyüzlü bulur Kuran. Onun için tüketim maddesi olan balığı verirler.Fakirlik ve sınıflı toplum böylece ebedileştirilir.Bu israftır.Yani onun ayakları üzerinde durması ve alan el durumundan veren el durumuna geçmek olan üstün gayeye hizmet etmez.Bu ise Hasid’lik tir.Şeytan da böyledir.Adem’in hep çamur halinde kalmasını, üzerine basılıp geçilmesini istemiş, onurlu ve kişilikli bir kimlik kazanmasını istememiş, kendisine muhtaç durumda bırakılmasını istemiştir.Şeytanın arkadaşları olmak bu tür davranışlardır.Maun suresi de bunu anlatır.sanatkar el takımları olan pense v.s gibi şeyleri vermek yerine tüketim malı vermektir maun kavramının bir anlamı.Çünkü şeytan hasid dir.Hasid’liği, biricik olma tutkusundandır. Kimsenin kendi seviyesinde bulunmamasını arzu eder ve ferdileşerek onlarla sıla-i Rahibi keserek öyle kalmalarını diler.Yani eşitlikten nefret etmek, şeytan mizacındandır.
Çünkü o her açıdan müstebittir. Şeytanın Ademi hased etmesi de ondandır.Güzelliklerin, iyiliklerin,faydanın kendisine mahsus olmasını istemektir bu.İyi şeylerin kendisinin olmasını istemesidir.Oysa imanın başladığı yer,kendisi için istediği her iyi şeyi aynı ölçüde başkası için de istemektir.Adem, eğer şeytan tarafından ona muhtaç ve onun tarafından infak edilen bir konumda bırakılsa idi,şeytan beklide buna razı olur ve onu kendisinden isteyen ve zelil bir durumda bulunmasından çokta memnun olurdu. Çünkü kendisi nimette birinci elden alan ve efendi konumunda, insanlar ise, onun az bir şey infak ederek,ama hiçbir zaman onduracak derecede olmayan bir şeyle avunmasını elbetteki isterdi. Çünkü, dünya da insanların pek azı müstesna, çoğunluk bir sus payı vererek malı götürmeyi tercih ederler.Hiç bir şey vermeyelim diyen kimse yok gibidir.Fakirliğe radikal çözüm bulmayanlar kibirlilerdir.Zaten incelediğimiz kavramlar bize bunu anlatıp durdular.
Miskinin anlamlarından birisi, iş yapmaktan aciz insandır.Bu tembellikten ileri gelebileceği gibi,beceriksizlikten de ileri gelebilir. Yeterli iş yeri, iş aleti ve sermayesi bulunmadığından da iş yapamayabilir insan. Ona hemen tembel demek gerekmez..Ama Aristokratlar, bunların yarı aç yarı tok beslenmeleri yoluna gider ama,onların en kısa zamanda iş becerir hale gelmesine çalışmazlarsa,onlara hayır diye verdikleri az şeyde boşa gitmiştir.Miskin kavramının diğer anlamı ise,mülkleşmenin necisleştireceğine inandıkları için,siyaset,ticaret v.s gibi konularda sakinliği tercih edenlerdir. Çünkü bu vermek, adalet ve rahmet hislerinden dolayı değil, bir başka amaçladır.Öyle bile olsa çözüm bu değildir.Eğer rahmet nedeni ile verselerdi,onların kendileri gibi olmalarına kadar verme sürdürülür ve daha da önemlisi, onların kendi işini kendisi yapar durumda rehabilitasyonları temin edilirdi.Veya işsiz insan bırakmama ve geçimliği sağlayacak derecede tatmin edici ücret vermek devamlı devlet politikaları haline getirilirdi.
Nitekim bu dinin Resulü bir uygulama örneği de vermiştir.Dilenen ve isteyen birisini çalışır, iş üretir hale getirmiştir.Ona balta ve ip temin ederek, kendi ekmeğini kazanır duruma getirmiştir.Ama aristokratlar öyle yapmazlar.Bir ayakkabı ustasını kendileri gibi bir fabrikaya kavuşturmazlar.Ya tarafına bakmazlar, ya asgari ücretle iş verirler.Ya da tüketim malı yardımı ile işi geçiştirirler.Onun için ,israf kavramı boşa harcamadır.İdeal olana vardırmayan Palyatif çabalardır. Pansuman tedbirlerdir.Bezere de öyledir.Böyleleri ferdileşerek ayrıcalıklı hayat yaşamayı tercih etmişlerdir. İsraf veya Tebzir aynı zamanda kaynak israfıdır.Suyu tarlaya demir boru ile götürmek, bir tedbir ve teennidir. Onu köstebek yuvaları ve yarıklarla dolu bir toprak hendekten ve güneş yukarıdan kızdırıp buharlaştırırken götürmek bir israftır.Kavram zaten kaynak zayiine sebep olunduğu için “Tohum serpmek” olarak doğmuş ve gelişmiştir.Sulu israf etmemenin yolu ise rızık kaynaklarıyla insanı doğrudan buluşturmak ve aracıları aradan çıkartmaktır.Bu doğrudanlık ve mülkte iştirakle yerine getirilecek işlerdendir. Çiftçilik yaparlar bilirler.Tohum üç türlü toprağa bırakılır.Bilhassa küçük ve az yerlerin ekiminde ,kazma ile çukur açılır ve oraya bir iki tohum bırakılır.Birisinin bitmeme ihtimaline karşı iki veya üç tohum atılır,üzeri kapatılır ve ondan belli bir mesafe aralıkla bir başka çukur eşilir ve aynı şey orada da yapılır ve bütün bahçe böylece ekilir.Bunda tohum zayiatı olmaz.
İkinci yol ise, sürülmemiş tarlaya tohum elle ve bolca serpilir ve pullukla yer altı üstüne getirilerek tohum toprak altına gömülür.Bunda çok tohum harcanır ve ürün sık bittiği için, onun fazlarının kopartılıp atılması gerekir.Bu tohum zıyaıdır.Bir diğer yol ise, ismini bu kavramdan alan Mibzer ile ekmektir. Bu alet tarla sürülüp ekime hazırlandıktan sonra, tarlaya sokulur.Tohumu kendisi otomatik olarak ,öndeki karık açıcıların açtığı çukurlara belli aralıklarla bırakır ve arkadan gelen örtücü ise bunu örter.Tohum ne derine, nede yüzeye düşmüştür.Çürüme ihtimali ve kuşlar tarafından toplanma ihtimali bulunmadığı ve tohum hesaba göre atıldığı için, zayi edilmemiş olur.Buna mibzerle ekmek denilir. Kavram bize bu üç yoldan, serpme usulü tohum atmayı tanımlar.Ama kavramın anlamı bundan çok geniştir.Serpilen şeyin uzaklara ve birbirinden ayrı yerlere düşmesi anlamı ile ferdileşmeyi anlatır.Aristokratlaşıp kendisi ve iyali veya küçük kliği için, ayrı ayrı öbeklenmiş Melelerin, sosyo ekonomik modeli ile ilgilidir.Şimdi bu hususa ait anlamı kavramak için, yine kavramı normal koordinatları içinde görelim. Buna da Isra-27 ayetin açıklamasını vereceğimiz sonraki bölümde bakalım.
Makale-76 Dostlara selam…
*************************************************************
İnfakın hikmet ve faydaları İnfak, Allah’ın verdiği nimetlere, özellikle mal ve para cinsinden maddî nimetlere karşı bir şükürdür. Bu anlayışla infak eden mümin, her nimetin şuuruna varır. Mesela aklın, ilmin, sağlığın ve sanatın da birer nimet olduğunu düşünerek o nimetlerin karşılığının şükürle ancak ödenebileceğini anlar.
Namaz, oruç gibi bedeni ibadetler, sadece insanda kişisel gelişim ve yükseliş sağlar. İnfak ise, ferdî olarak baş gösteren cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırmanın yanında, toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikroplardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde büyümesine ve gelişmesine hizmet eder. Bakara suresinin girişinde Kur’an’ın hidayet verdiği muttakilerin özellikleri anlatılırken imandan sonra iki amele vurgu yapılır: Namaz ve Allah’ın verdiği rızıktan infak. Namaz, kişinin Allah’a karşı görevlerini belirten bir örnek, infak ise toplumsal vazifenin simgesidir. İnfak, toplumsal bir ibadettir: “Ey peygamber! Onların mallarından sadaka olarak al. Onunla kendilerini temizlemiş ve arındırmış olursun.” (Tevbe: 113).
Temizlenme ve arınma; bu iki kelime, zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de manevi yönden temizlenme ve arınmasının manalarını içerir. İnfak eden, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır.
İnfak, Allah’ın verdiği nimetlere, özellikle mal ve para cinsinden maddî nimetlere karşı bir şükürdür. Bu anlayışla infak eden mümin, her nimetin şuuruna varır. Mesela aklın, ilmin, sağlığın ve sanatın da birer nimet olduğunu düşünerek o nimetlerin karşılığının şükürle ancak ödenebileceğini anlar.
İnfak, malı artırır ve bereketlendirir. Yoksul zümrelere yardım olarak verilen bir infak, sadece onları açlıktan kurtarmıyor. Her şeyden önce insanın şerefini, onurunu kurtarır. İnfak sâyesinde zenginle fakir arasında sevgi, saygı ve muhabbet oluşur. İslam kardeşliği temelinde barış ve güven hayata geçer.
İnfak sayesinde Mü’min, toplumsal sorumluluk bilincine erip malın da mülkün de asıl sahibi Allah olduğunu anlar. Zira bunu emreden ayet-i kerimeler, müminin özel mülk ve gerçek malik anlayışını düzenler. Böylece dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını ona hatırlatarak bencilliğini kırar. Müminlerin tüm yaptıkları, Allah’ın verdiği rızıktan infak etmektir. Burada veren el sadece bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır.
İnfak, paranın, mal mülk ve servetin gerçek sahibini hatırlatır ve kişinin emanet ve imtihan bilincini güçlendirir. Mü’min, canını yaratanın Allah olduğunu bildiği gibi, malı da verenin Allah olduğunu bilir. O’nun yolunda malıyla, canıyla cihad eder. Mülk Allah’ın olduğuna göre, tabii olarak sahibinin yolunda ve istediği şekilde sarf edilmesini anlar.
İnfak ve cömertlik, kişiyi maddeye kul olmaktan kurtarıp kalpteki dünya sevgisine karşı panzehir olur. İnfak, insanı özgürlüğe kavuşturur; mala bağlanmış, ona boyun eğmiş bir esir olmaktan, paraya tapma zilletinden kurtarıp hürriyete eriştirir. Peygamberimiz şöyle sakındırır: “Altın ile gümüşe (paraya) tapanlarla kadifeye (lüks yaşayışa) tapanlar helâk olmuştur.” (Buhari, İbni Mace). Burada kadifeden maksat, giyim - kuşam ve evlerin tefrişindeki aşırılıktır.
İnfak, israf ve lüks gibi şeytanî eğilimleri azaltır, kalbin katılaşmasını önler; kalbe sevinç, mutluluk ve huzur verir. İnfak insanlara şefkat ve merhameti arttırır, dost kazanmaya sebep olur. İnfak, insanı bir şeye muhtaç olup onsuz olamama tiryakiliğinden kurtarır; Allah’tan başkasına ihtiyaç duymama faziletine yükseltir. İnfak, insanların sevgi ve muhabbetini kazandırır. Zenginle fakir arasında kin, nefret ve kıskançlığı gidererek, onları birbirlerine yakınlaştırır, sevgi bağını oluşturur.
Allah için infak, malı ebedîleştirir; yok olmayacak cennet nimetlerine dönüştürür. Yatırımı en kârlı yere ve kaybolmayacak şeye yapmak suretiyle en kârlı ticareti kazandırır. Kur’an’ı Kerim, “ticaret” kavramını, bildiğimiz alış-veriş anlamında kullandığı gibi, Allah’la yapılacak manevi alışveriş için de kullanır. Allah (c.c), zaten kendisinin vergisi olan malı mülkü, dilediği zaman ve dilediği şekilde alabileceği bir emanet olarak görür. O, Müminlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almak ister. Demek ki, müminin eli, sahip eli değil, emanet elidir. Dolayısıyla bu emanette sahibinin istediği şekilde tasarruf hakkına sahiptir.
İnfak malı çoğaltır, bereketlendirir. “Allah, fâizi yok eder; sadakaları ise artırır.” (Bakara, 276). İnfak, malı afetlerden, sahibini belâlardan korur, fakirin kıskançlık duygusunu köreltir. İnfak, zenginin şahsiyetini geliştirir, mal fitnesinden korur, ruh ile beden arasında denge sağlar, mali olarak disipline sokar ve toplumun ruhi değerlerini takviye eder. Cimrilik belasından kurtulup infakı huy edinenlerden olmanız dileğiyle.
Mehmet Şenlik / Doğruhaber
*************************************************************************
İnfakın Sosyolojik Faydaları Nelerdir?
Cevaplar
Fertleri, manevî hasletlerini yitirmiş, cimrilik, istiğnâ ve inkâr gibi şeylerle köreltip dünyevileşmiş bir toplumda, fert-toplum, toplum-fert münasebeti ve etkileşmesi sebebiyle dünya hırsı, bencillik, israf, lüks ve servetle şımarma ön plana çıkar; özellikle bu menfî sıfatlarda öne çıkan kimseler, toplumu daha bir yozlaşmaya ve çöküşe götürür.
Allah yolunda, insanlığın yararına yapılan infakın, insan psikolojisi ve kişiliği üzerinde katkı ve etkileri olduğu gibi, toplumların varlıklarını idamede, sosyal yapılanmaları üzerinde de etkileri vardır. Sosyal dayanışma ve yardımlaşma hem içtimaî hayatın kalitesini yükseltir, hem de umumî huzura büyük ölçüde zemin hazırlar. Medeniyetlerin ve milletlerin gerek inşasında, gerekse çöküşünde verme kültürünün (infak) rolü büyüktür.
Toplumlardaki dünyevileşmeyi, dolayısıyla da yozlaşmayı ve çürümeyi hazırlayan temel faktörlerden birisi, israf ve lükstür (terf); bir mânâda, infakın doğru ve sıhhatli gerçekleşmemesidir. Bu durum, ya infakın ihmaliyle ve terkiyle, ya da onun gerektiği yere, gerektiği şekilde ve gereken niyetle verme olmaktan çıkıp, lükse, israfa ve savurganlığa dönüşmesiyle meydana gelir. Bir toplumda, infak terk edilirse o cemiyet helâk sürecine girmiş demektir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav), cimriliğe (şuhh) karşı inananları uyarmış ve onu toplumların helâk sebebi/sebeplerinden biri olarak nitelemiştir. Toplumun ekonomik gücünün belli bir kesimin tekelinde toplanması ve bunun bir yol hâline gelmesi, sosyal denge-sizlikleri, dolayısıyla da toplumun bölünüp parçalanmasını beraberinde getirir.
İnsanlık tarihinin her döneminde, Allah'ın kendilerine verdiği bol mal-mülkten dolayı şımarıp israfa ve inkâra sapanlar, diğer insanlara yardım etmeyi düşünmeyen müsrif ve mütref (lüks ve refahtan şımarmış) kişiler, içinde barındıkları medeniyetlerin çöküşünü hazırlamışlardır. (1) Gerçekten gerek cimrilik, gerekse israf ve mütref olma, medeniyetleri içten içe çökerten, mukavemetlerini kıran ölümcül bir illettir:
Herhangi bir beldeyi helâk etmek istediğimizde, oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına (mütrefîn) (Şeriat-ı Tekviniyemiz çerçevesinde) emrederiz de orada onlar itaatten çıkarlar. Bu sebeple o belde hakkında cezalandırma hükmü kesinleşir. Biz de orayı yerle bir ederiz. (İsrâ Sûresi, 17/16)
Âyet-i kerimedeki emir kelimesinin anlamı ve fısk ile irtibatı şöyle açıklanmıştır: İnsanların amellerini yaratan Allah olduğu gibi, gerek ferdî gerekse içtimaî hayatlarında ne yaparlarsa neyle karşılaşacaklarını belirleyen, insan hayatı için dinî kanunların yanısıra tekvinî kanunları da koyan yine Allah'tır. Dolayısıyla, bir yerde lüks ve refah ölçüsüz arttığı, böylesi lüks ve refaha dalmış kesim topluma hakim olduğu zaman, Allah'ın koyduğu bu kanunlar çerçevesinde artık o toplum için yıkım ufukta demektir.
Erdemli bir toplumun ve medeniyetin kurulmasında infak nasıl önemli bir basamak ise, aynı şekilde muhafazasında da aynı ölçüde yapıcı katkıya sahiptir. Ebû Eyyub el-Ensârî'den rivayet edildiği üzere, Medine döneminde, Yüce Allah (cc), Peygamberine yardım etmiş ve İslâm da düşmanlarına galip gelmişti. Bunun üzerine Ensar, savaşlar sebebiyle bağ ve bahçelerimizle yeterince ilgilenemedik, ihmal ettik, artık mallarımızın başına dönelim, onların ıslahıyla uğraşalım demişlerdi de, bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil olmuştu: "Allah yolunda infak edin, infak etmeyerek kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her hususta ihsan ile muamele edin, yaptığınızı güzel yapın. Allah ihsan şuuruyla hareket edenleri sever."(Bakara, 2/195)
Söz konusu "tehlike"kelimesinin anlamıyla ilgili, İbn Cerir et-Taberî, tefsirinde yukarıdaki rivayeti zikrederek, şu yorumları nakletmektedir: Tehlike, (a) Allah yolunda ister nafile ister farz olan harcamanın, maddî manevî fedakarlığın ve vazifelerin, yani infakın terkedilmesidir. (b) Vermekten ve harcamaktan dolayı maddî kayba uğrama endişesidir. (c) Günahlara dalmanın neticesinde tevbe etmek yerine kişinin rahmet-i ilâhiden ümit kesmek suretiyle eski hâline devam etmesidir. "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"ifadesi, kısaca elinden gelen şeyleri yapmayan teslimiyetçi kişiler için söylenen bir darb-ı meseldir. (2) Yine Tebeu't-Tâbiîn'in ileri gelenlerinden Süfyan es-Sevrî'den nakledilen "Âyet savaş hakkında değil, Allah yolunda sarf ile ilgilidir."(3) haberi de aynı hususu desteklemektedir. Buna göre, Müslümanlar Allah yolunda infâk etmemek suretiyle kendi sonlarını hazırlamakta, içtimaî çöküş ve gerilemelerine yine kendileri sebebiyet vermiş olmaktadırlar. Elmalılı Hamdi Yazır'ın da belirttiği gibi, infakın terk edilip sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasına düşülmesi, toplumları ve medeniyetleri ayrıca esarete ve mahkûmiyete götürür. (4) Böylece inançlarını ve ibadetlerini özgürce yerine getiremez, ekseriyetle reaksiyoner (tepkici) ve savunmacı çözümler üretmekten kurtulamaz ve kendi düşünce dünyalarını yeniden inşa edemezler.
Yüce Allah (cc), insanlığın bidayetinden bu yana dinini her devirde temsil edecek insanlar yaratmış ve seçmiştir. Yeryüzünün mirasçılarının da salih kulları olduğunu beyan buyurmuştur. (Enbiyâ, 21/105) Yeryüzünün mirasçıları olabilmeyi, onun üzerinde medeniyetler kurmayı ve en önemlisi de Allah'ın yüce dinini temsil etmeyi sağlayan şartlar vardır. Bu şartların yokluğu aksi bir durumu netice verir. İşte infak, medeniyet ve toplumların varlık şartlarından, sosyal değişimi belirleyen unsurlardan (sünnetullah) biridir. Şu âyette bu durum ifade edilmektedir: "İşte sizler Allah yolunda harcamaya davet ediliyorsunuz. İçinizden bazıları cimrilik ediyor. Her kim cimrilik ederse, ancak kendine eder. Ganî ve müstağnî Allah'tır, muhtaç olan sizlersiniz. Şayet, imandan, takvadan ve infaktan yüz çevirirseniz, Allah yerinize başka bir millet getirir de, onlar sizin gibi hayırsız, itaatsiz olmazlar."(Muhammed, 47/38)
Yardımlaşmayı ve infakı şiar edinmiş milletlerin kurdukları medeniyetler, sahip oldukları ilmî ve iktisadî birikimlerini başkalarıyla paylaşır, onları birer tahakküm aracı hâline getirmezler. Bu açıdan İslâm medeniyeti, veren, sulhün ve adaletin teminatı bir medeniyet olmuştur.
[1] Erdoğan Pazarbaşı, Kur'ân ve Medeniyet, 315
[2] Taberî, 2/273-280
[3] Süleyman Ateş, İşarî Tefsir Okulu, 59
[4] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 2/39
***********************************************
İslamiyete göre israf neden yasak
Kenan Demirtaş / Ağustos 2007
Nasıl ki, içki ve eroin gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor.
Nasıl ki, içki ve eroin gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Gereksiz yere tüketilen her litre su, alınan fazladan her kıyafet, küremizi daha fazla ısıtıyor ve hem onda yaşayanlara hem de o yaşayanları Yaratan’a karşı büyük bir zulüm oluyor. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin namazını kılmayacak kadar önem verdiği israf hem Kur’an’da hem de hadislerde katî bir şekilde yasaklanmıştır.
İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat, hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını, bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.
Peki, israf neden yasaklanmış ve bu yasağın hikmetleri nelerdir? Başta Üstad Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi olmak üzere İslâmî kaynaklarda özetle şu cevaplara rastlıyoruz:
İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Meselâ, kafamıza o kadar çok organ ve parça yerleştirilmiş ki, sayısız görevleri başarıyla görüyorlar. Şayet her birine tırnak kadar bir yer verilseydi, kafamız Ağrı Dağı gibi büyük olurdu. Hâlbuki öyle olmamış, her biri maksada ne kadar yarayacaksa, ona o ölçüde yer verilmiş. Hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.
İşte bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymak. Meşru maksatlarımızı görecek ölçü ne kadarsa, o ölçüde tüketmek ve sınırı aşmamak.
İsraf nimeti küçümsemektir
İsraf, şükre de zıttır. Bunu vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş olur.
Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı şikâyetçi olur.
Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur.
Sonra israf, nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile, acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse, elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler.
İsraf, aynı zamanda bereketsizliğin de sebebidir.
Manevî bir dilencilik
Ayrıca israf, beden ve çevre sağlığını da bozan sebeptir. Nasıl ki, fazla yiyip içmek, içki ve eroin gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur (Aşırı tüketimin çevre dengesini ne kadar bozduğunu, artık ilim adamlarından sıradan insanlara kadar herkes tartışıyor).
Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa, gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.
Efendimiz müsrifin namazını kılmadı
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.
Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.
İsraf, sefahatin, sefahat de sefaletin kapısıdır.
İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin sebebidir.
İsraf, nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir.
Daha bunlar gibi pek çok sebep ve hikmet sıralanmıştır ki, bunlardan israfın ne kadar şer olduğu ve insanı şerre götürücü önemli bir sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Kur’ân ve Sünnet her türlü şerri yasakladığı gibi şeytanların at kişnettiği israf alanını da yasaklamıştır.
“İsraf şeytanların kardeşidir”
Kur’ân şöyle buyuruyor:
"Ey âdemoğulları! Yiyin için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez." Çünkü "israf edenler şeytanların kardeşleridir."
Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) şu sözlerle israfı, ihtiyaç fazlası tüketimi yasaklamıştır:
"Yiyiniz, sadaka veriniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız."
Bu hadis-i şerifte sadakada bile israf olabileceği belirtilmiştir. Şayet insan başkasına muhtaç olacak ve sefalete düşecek kadar sadaka verirse, bunun da israf olabileceği belirtilmiştir.
İnsan ne kadar zengin olursa olsun ve ne kadar bol nimetler içinde bulunursa bulunsun, yine de ihtiyacını giderecek kadar harcama yapmalıdır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu uyarısı, israf alanının ne kadar geniş olduğu konusunda oldukça dikkat çekicidir:
“Resulullah (a.s.m.), abdest almakta olan Sa'd'a uğramıştı. ‘Bu israf da ne?’ buyurdular. Sa'd, ‘Abdestte de israf olur mu?’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ‘Evet! Akan bir nehir üzerinde olsan bile!’ cevabını verdi"
İsraf hem candan hem maldan ediyor
İmam Nevevi'nin de ifade ettiği üzere, İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle, abdest alırken fazla su kullanılmasını, deniz kenarında bile olsa "mekruh" saymışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır.
Hanefî mezhebinde, kişinin kendisine ait olan veya kullanılması mubah olan suda israfın tahrimen mekruh, mescitlere vakfedilen sularda ise, israfın haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu yasakta İslâmiyet’in başka maksatları bulunduğu için, suyun nehirde bedava akması gibi fevkalâde bolluğu, ondan ihtiyaç fazlası harcamanın mekruh olmasını ortadan kaldırmıyor. Buradaki İlâhî maksatlardan biri, kişiye, günde beş defa israfın kötülüğünü hatırlatmak, bir değeri de tabiata olan saygıyı gönüllere yerleştirmektir diyebiliriz. Günümüzde bu saygının gönüllerden silinmesi sebebiyle çevreye ne kadar zarar verildiğini, yaşanan çevre felâketleriyle artık daha iyi anlıyoruz. İhtiyaç fazlası tükettiğimiz her şey bize bütün zararlarıyla geri dönüyor. İklim değişikliğinden hava ve toprağa karışan zehirlere kadar birçok şey hayatı olumsuz etkiliyor. Bazen de hem candan hem de maldan oluyoruz.
Hem varlığa hem de Allah’a karşı zulüm
Şu hadis-i şerif de, israfın bir kötülük, bir haddi aşma ve bir zulüm olduğunu belirtmesi bakımından ibretlidir:
"Hz. Peygamber (a.s.m.), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye, organlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten sonra, ekler, ‘Abdest böyle alınır. Kim buna ilâvede bulunursa kötü yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.’"
Hadiste geçen "zulmetmiş olur" tabiri düşündürücüdür. Bu hadisi açıklayanlar "sevaptan mahrum kalmakla kendine zulmetmiş olur" anlamını çıkarırlar. Bizim de, israfa girdiği için varlığa zulmetmiş, emanete ihanet ettiği için de mülkün gerçek sahibi olan Allah’a karşı bir zulüm işlemiş olur anlamını çıkartmamız mümkündür.
Evet, abdest alırken bile suyu israf etmek kötülük, haddi aşmak ve zulüm olursa, başka şeylerde yaptığımız harcamalar, elbette daha fazla dikkat gerektiren hususlardır.
********************************************************
|