tefsir müzzemmil

29 Kasım 2012
Kur’an Dersleri (8) (Müzzemmil: 1-20)
By atillafikri

Hz. Peygamber, önce kendi toplumu içinde, sonra bütün insanlığa gönderilmiş bir elçi olması hasebiyle tüm insanlığın huzurunda, kişiliği, ahlakı, mesajı, hayatı ve mücadelesiyle Hakikat’in şahididir. Bir başka ifadeyle o, fiilen Hakikat’e tanıklık etmek üzere gönderilmiştir.

 

Kur’an Dersleri (8) (Müzzemmil: 1-20)

Müzzemmil Suresi

Hicret’ten Önce-Mekke Dönemi (İnişte 3. Mushaf’ta 73. Suredir, 20 Ayettir)

Sure ismini ilk ayetinde geçen “Müzzemmil” kelimesinden almıştır. 20. ayetinin Medine’de nazil olduğu yönünde görüşler mevcuttur. İbn-i Abbas’ın 10-11. ayetlerin Medine’de indiği yönünde görüş bildirdiği, Hz. Aişe’nin 11. ayetin nüzûlünden kısa bir süre sonra Bedir Harbi’nin meydana geldiğini söylediği rivayet edilmiştir. Said b. Cubeyr, Sa’lebî, İbn-i Yesar ve Mukatil’e göre, surenin 20. ayeti Medine’de nazil olmuştur. Ancak 20. ayetin tefsirinde de görüleceği gibi, surenin tümü Mekkîdir. Surenin başında Hz. Peygamber ve ona tabi olan Mü’minler Gece Kalkışı’yla (Kıyamu’l-Leyl) emrolunmakta, ardından Tevhid ilkesi vurgulanmakta, Hz. Peygamber ve ona tabi olanlar zorluklar karşısında sabra davet edilmektedir. Daha sonra Kur’an mesajına muhalefet eden nimet sahiplerinin akıbetleri haber verilir ve buna bağlı olarak Firavun’un Hz. Musa karşısında takındığı tavır ve duçar olduğu dünyevî azap hatırlatılarak hesap gününün ne denli şiddetli olacağı dile getirilir. Surenin 19. ayetinde ise Kur’an’ın “tezkire/kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesaj” olduğu ifade edilir. 20. ayette Gece Kıyamı’nın hafifletilmesine ruhsat tanınmış, bunun yanı sıra namaz, zekât ve kard-ı hasen gibi yükümlülüklere dikkat çekilmiştir. Mü’minler Allah’tan mağfiret dilemeye çağrılırlar ve sure, Yaratıcı’nın Gafur ve Rahim sıfatlarına yapılan vurguyla sona erer.

Surenin Meâli

Rahman, Rahim Allah’ın İsmiyle

1- Ey peygamberlik elbisesine bürünmüş olan

2- Gecenin bir bölümünde kalk

3- Onun yarısı veya ondan biraz eksilt

4- Veya onun üzerine ekle ve Kur’an’ı tertil üzere oku

5- Şüphesiz biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız

6- Şüphesiz gece eğitimi hem daha etkili hem de söz(ü idrak etmek) bakımından daha sağlamdır

7- Şüphesiz gündüz senin için uzun bir uğraş vardır

8- Rabbinin ismini zikret et ve her şeyden uzaklaşarak, bütün varlığınla O’na yönel

9- Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi; O’ndan başka ilah yoktur, öyleyse O’nu vekil et

10- Onların söyledikleri karşısında sabret ve onlardan en güzel şekilde kopup ayrıl

11- Ve nimet sahibi yalanlayıcıları bana bırak, onlara biraz daha süre tanı

12- Şüphesiz bizim katımızda prangalar ve şiddetle kızışan bir ateş var

13- Boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap var

14- Yeryüzünün ve dağların şiddetle sarsılacağı ve savrulan kum yığını haline geleceği gün

15- Şüphesiz size üzerinize şahit olacak bir elçi gönderdik, tıpkı Firavun’a bir elçi gönderdiğimiz gibi

16- Ama Firavun elçiye isyan etti, biz de onu, onun için kötü sonuçlar doğuracak şekilde kıskıvrak yakaladık

17- Eğer Hakikat’in üzerini örterseniz çocukların saçlarının ağaracağı gün kendinizi nasıl koruyacaksınız?

18- Göklerin paramparça olacağı ve Allah’ın va’dinin gerçekleşeceği (gün)

19- Şüphesiz bu, kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesajdır; öyleyse dileyen Rabbine yol edinsin

20- Şüphesiz Rabbin, senin ve seninle birlikte olanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu bilir; geceyi ve gündüzü takdir eden Allah’tır; sizin onu kuşatamayacağınızı bildi, böylece size tevbe nasip etti; artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun, Allah içinizden hastalananların, Allah’ın lütfundan (rızık) aramak için yeryüzünde gezip dolaşanların ve Allah yolunda savaşa çıkanların olacağını bildi; artık ondan kolayınıza geleni okuyun, namazı ikame edin ve zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin; hayır olarak önden gönderdiklerinizi Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz; Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz ki, Allah, Gafur’dur, Rahim’dir

***

- Ey peygamberlik elbisesine bürünmüş olan

- Gecenin bir bölümünde kalk

- Onun yarısında veya ondan biraz eksilt

- Veya onun üzerine ekle ve Kur’an’ı tertil üzere oku

- Şüphesiz biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız

- Şüphesiz gece eğitimi hem daha etkili hem de söz(ü idrak etmek) bakımından daha sağlamdır

- Şüphesiz gündüz senin için uzun bir uğraş vardır

- Rabbinin ismini zikret et ve her şeyden uzaklaşarak, bütün varlığınla O’na yönel

- Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi; O’ndan başka ilah yoktur, öyleyse O’nu vekil et

“Müzzemmil -aslı “mütezemmil”dir- (“Z-m-l/üzerine aldı, üzerine çekti, örtündü, elbisesine büründü, yük yüklendi” kökünden) “üzerine alan, üzerine çeken, örtünen, elbisesine bürünen” demektir. Kişi elbisesine büründüğünde veya onunla örtündüğünde “tezemmülü bisevbihi”, elbise ile başkasını örttüğünde ise “zemmele ğayrahu” denir. Bunun yanı sıra “zâmele”, “dostluğu, arkadaşlığı sürdürmek, aynı ortamı paylaşmak, refakat/eşlik etmek, çok yakın arkadaş olmak, meslektaş olmak”; “zumle”, “refakat, eşlik, kalabalık, arkadaş topluluğu”; “zumîl -çoğ. zemîl-”, “refik, yakın arkadaş, eşlik eden, dost, meslektaş”; “zemil” ve “ziml”, “arkadan gelen, dost, arkadaş”, “zemâle”, “refakat, iş arkadaşlığı, meslektaşlık” demektir. Aşağıda bu anlamlarla da bağ kurmaya çalışacağız.

“Müzzemmil”, meâl ve tefsirlerde genel olarak “örtüsünü üzerine alan, örtüsüne bürünen/örtüsüne bürünmüş olan” şeklinde anlamlandırılmış ve bu ifade, “uykuya dalmış olan, kendi kendine dalıp düşünen, kendi halinde yaşayan, işten elini eteğini çeken, hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, ağır yük yüklenen, vahyi yüklenen, büyük işi yüklenen” şeklinde açıklanmıştır. Rağıb’a göre, “müzzemmil”, “elbisesine bürünen” demektir; bu, istiare yollu bir ifadedir ki, görevinde eksiklik ve gevşeklik yapan kişiden kinaye olup onun bu durumunu ima etmektedir; nitekim “zumîl”, “zayıf” demektir(1). Büyük bir olay karşısında çekinmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek bilinen insan tutum ve davranışlarındadır, dolayısıyla ayette Hz. Peygamber’in bu durumuna atıfta bulunulmaktadır. Hz. Aişe’den, ilk vahyin gelişinden sonra Hz. Peygamber’in ürpermiş ve titrer bir halde evine döndüğü, gördüklerini Hz. Hatice’ye anlattığı ve “zemmelûnî, zemmelûnî/beni örtün, beni örtün” dediği rivayet edilmiştir(2) ki, yukarıdaki izahı desteklemektedir. Ancak birtakım “aklî” gerekçeler öne sürülerek Hz. Aişe’nin ilk vahyin nazil olduğu tarihte Hz. Peygamber’in yanında bulunmadığı, henüz küçük yaşta bir çocuk olduğu, buna mukabil olayları sanki tanık olmuş gibi aktardığı, dolayısıyla bu rivayetin sağlıklı olmadığı söylenmektedir. Hâlbuki Hz. Aişe’nin ilk vahiy nazil olduğunda Hz. Peygamber’in yanında bulunmaması, küçük yaşta bir çocuk olması ve Hz. Peygamber’in yaşadığı bu ilk tecrübeyi sanki olaya tanık olmuş gibi aktarması rivayetin sıhhatine gölge düşürmez. Zira Hz. Aişe, eşi olması hasebiyle Hz. Peygamber’le en çok vakit geçiren kişilerden biridir; onun rahle-i tedrisatından geçmiş fakih biri olarak tabiidir ki, ona ilk vahyin nerede, nasıl ve ne şekilde nazil olduğunu sormuş olmalıdır. Mü’minlerin Annesi’nin ilk vahyin nazil oluşunu sanki oradaymış ve olaya tanık olmuş gibi aktarması ise üslûpla ilgili bir durumdur, öyle ki, bugün dahi birçok kimse herhangi bir tarihi hadiseyi aktarırken sanki olaya tanık olmuş gibi benzer ifade kalıpları kullanmaktadır.

Şu kadarını söylemek gerekir ki, kelime bütün bu anlamları ihtiva eder: Birincisi, Hz. Peygamber vahye ilk kez muhatap olmuştu; yaşadığı bu olağanüstü tecrübeden ötürü ürperti duymuş, titrer bir halde evine dönmüş, gördüğü şeyin dehşetiyle “Beni örtün, beni örtün” demişti. Ayet, onun daha önce yaşadığı bu hadiseye atıfta bulunmaktadır. İkincisi, o, vahye muhatap olmuştur ve bu bakımdan vahye refakat etmekte, bir başka ifadeyle vahye eşlik etmekte, vahiyle yürümektedir; dolayısıyla peygamberlik elbisesine bürünmüş, bir başka ifadeyle nübüvvet yükünü yüklenmiştir ki, İkrime de ayeti bu şekilde -“Ey peygamberlik örtüsüne bürünen/Peygamberlik yükünü yüklenen” şeklinde- izah etmiştir.(3) Üçüncüsü, Hz. Peygamber vahye muhatap olduğu, peygamberlik elbisesine büründüğü için, ağır bir yük yüklenmiş, büyük bir işin altına girmiş bulunuyordu ki, surenin 5. ayeti de bunu teyid etmektedir. Dördüncüsü, bu hitapla, yaşadığı tecrübenin ruhunda uyandırdığı korku ve endişeyle evine kapanan, derin düşüncelere dalan, dolayısıyla dünya ile ilişkisini kesen Hz. Peygamber’in başlangıçtaki bu durumuna atıfta bulunulmakta, böylece risâlet görevin ifa etmede zayıflık ve gevşeklik göstermemesi, görevini yerine getirmekten geri durmaması, büründüğü korku ve endişe elbisesini kesin şekilde üzerinden atması, evine kapanmaya, dünyadan el-etek çekmeye eğilim göstermemesi gerektiği ima edilmektedir.

Gece Kıyamı/Gece Eğitimi (Kıyâmu’l-Leyl/Nâşietu’l-Leyl): Bu hitabın ardından Hz. Peygamber gece kalkışıyla (Kıyamu’l-Leyl) ve tertil üzere Kur’an okumakla emrolunuyor. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Gece Kıyamı’nın asıl gayesi tertil üzere Kur’an okumak, gecenin sessizliğinde her şeyden uzaklaşarak Allah’a yönelmek, O’nun ismini anmak, dolayısıyla O’nun sınırsız şanını yüceltmektir. “Tertil” (“R-t-l/bir şeyi bir doğrultuda sıraladı, düzenledi” kökünden) “bir şeyi bir doğrultuda, uygun bir düzen içinde, acele etmeksizin bir araya getirmek”tir. Bu anlamda “raculun ratilu’l-esnan/dişleri düzgün dizilmiş adam” denir. Furkan Suresi’nin 32. ayetinde Kur’an’ın tertil üzere, belli bir düzen içinde indirildiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla tertil üzere okumak, belli bir düzen ve bütünlük içinde, ağır ağır, tane tane, düşüne düşüne okumak demektir. Hz. Hafsa’dan, Hz. Peygamber’in herhangi bir sureyi iyi anlamak için tertilen okuduğu, böylece okuduğu surenin kendisinden uzun olan bir sureden daha uzun hale geldiği, Ümmü Seleme’den ise onun Kur’an’ı her ayette durarak okuduğu rivayet edilmiştir.(4)

Gece Kıyamı’nın vaktine ve miktarına gelince; ayetler bize vakit konusunda üç seçenek sunuyor: Gece yarısı, biraz eksiği (gece yarısından önce) ve biraz fazlası (gece yarısından sonra/gecenin sonu). Nitekim Resulullah kolayına gelen vakitte kalkardı. Bunun uykuyu bölüp kalkmak şeklinde olanına “teheccüd” adı verilir. “Onun (gecenin) yarısı veya ondan biraz eksilt veya onun üzerine biraz ekle” ifadeleri aynı zamanda miktarı da belirtir: Yani gecenin yarısını veya gecenin yarısından biraz eksiğini (üçte birini) yahut gecenin yarısından biraz fazlasını (üçte ikisini) ibadetle geçir.

Unutulmaması gereken husus, Hz. Peygamber ve ashabının okumayı namazda (namazla) gerçekleştirdikleridir. Tertil üzere okuma, her şeyden uzaklaşarak Allah’a yönelme, O’nun ismini anma (zikir), dolayısıyla sınırsız şanını yüceltme (tesbih), bütün bunlar namazda mündemiçtir. Namaz vahyin nüzûlünden önce de Araplar tarafından biliniyor ve değişik şekillerde kılınıyordu. Bu bir yana, Ebu Cehil, Kâbe’de namaz kılan ve Allah’ın ayetlerini okuyan Hz. Peygamber’i bundan men etmiş, onu, bir daha böyle bir şey yaptığını gördüğü takdirde boynunu çiğnemekle tehdit etmişti. Kur’an’ın bütününe bakıldığında da Gece Kıyamı’nın namazdan soyutlanamayacağı açıkça görülür (bkz. 17/79, 51/17-17, 76/26). Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Hz. Peygamber ve ashabının kıldıkları namazın bugün şekilden ibaret hale getirilmiş, törenselleştirilmiş, asıl anlam ve amacından uzaklaştırılmış, içi boşaltılmış, sosyal boyutu felce uğratılmış, işlevsiz kılınmış namazla herhangi bir ilgisinin olmadığıdır. Zira Hz. Peygamber ve ashab, namazda Kur’an’ın mânâ ve muhtevasını tefekkür ediyorlardı. Hz. Ali’nin şu sözü ashabın bu konuda nasıl bir anlayışa sahip olduğunu gösterir: “İyi bilin ki, içinde tefakkuh/fıkhetme bulunmayan ibadette, tefehhüm/anlayış ve idrak etme çabası bulunmayan ilimde, tedebbür/ileriye yönelik sonuç çıkarmanın bulunmadığı bir okumada hayır yoktur.”(5) Burada çatı kavram tefekkürdür; zira tefekkür, bunların hepsini (tefakkuh, tefehhüm ve tedebbürü) içine alan geniş bir kavramdır.

“Geceleyin kalk!” ayetinde emir ilkin Hz. Peygamber’edir, ancak farz olmamakla birlikte onun şahsında ona tabi olan Mü’minlerin de bu emri dikkate almaları ve güçlerinin yettiği kadar yerine getirmeleri gerekir; en azından Sabikûn/Öncü Şahsiyetler için bu böyledir. Resulullah ashabına Gece Kıyamı’nı tavsiye etmiş, Kur’an geceyi secde ve kıyamda geçirenleri övmüş, onlarla diğerlerinin arasını ayırmış (39/9), ashab da bu emri dikkate almış ve güç yetirebildiği kadar yerine getirmiştir. Nitekim surenin 20. ayetinde “seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da…” ifadesi, ashabdan bir kısmının bu emri tatbik ettiğini açıkça ortaya koyar.

Surenin 5-6. ayetlerinde Gece Kıyamı’nın hikmeti beyan edilmiştir. 5. ayette “Nâşiete’l-Leyl/Gece Neş’esi” ifadesinin yer aldığını görüyoruz. “Neş’” ve “neş’e” (“N-ş-e/ortaya çıktı, doğdu, neş’et etti, yetişti, gelişti, büyüdü, meydana geldi” kökünden) “bir şeyi meydana getirmek, onu eğitmek, yetiştirmek”tir. Bu anlamda “neşe-e fulânun/falan kişi yetişti” denir; “nâşi” ise “genç” anlamındadır. Dolayısıyla Gece Kıyamı, aynı zamanda Gece Eğitimi’dir. Vahyin sorumluluğu ağırdır, Resul ve onunla birlikte olan Mü’minler bu ağır sorumluluğun gereğini layıkıyla yerine getirebilmek için Rabbin kelimeleriyle yoğrulmalı, vahyi belli bir düzen ve bütünlük içerisinde, ağır ağır, düşüne düşüne okumalı, zihinlerinde pekiştirmeli, hayata taşımak maksadıyla onun derin mânâlarına nüfuz etmeliydiler. Bunun için en uygun vakit gecedir; zira gece dinlenme vaktidir, ortalığa sessizlik hâkimdir, insan bu vakitte gün içindeki meşguliyetlerinden uzaktır, gece vakti insan zihni daha arınmış, daha berrak bir haldedir, dolayısıyla gece, sözü idrak etmek açısından daha sağlam bir vakittir. Bir başka ifadeyle vahyin zihnî inşası için -inşa: n-ş-e kökünden- geceden daha uygun bir vakit yoktur. İbn-i Abbas da ayeti “Kur’an’ı anlamaya daha elverişli olur” şeklinde izah etmiştir(6). Bu bakımdan gece bulunmaz bir nimettir. Herkesin uykuda olduğu bir vakitte kıyam etmek, Kur’an okumak, tefekküre dalmak, iman eden insanların ruhlarına derinden tesir eder. Hulâsa, Gece Kıyamı/Gece Eğitimi, çok yönlü, çok boyutlu bir oluş sürecidir. İlk nesil Müslümanlardan oluşan ve tarihe damgasını vuran o eşsiz ümmet, bu şekilde yetişmiş, gelişmiş, büyümüş, imparatorlukları dize getirmiştir. Buna karşın gündüz vakti insan için uzun uğraşlar vardır.

8. ve 9. ayetlerde hem Gece Kıyamı/Gece Eğitimi için diğer talimatlar veriliyor hem hayatın her alanında nasıl bir bilinç ve duyarlılık içerisinde hareket edilmesi gerektiği beyan ediliyor hem de evrensel bir misyonun temelleri atılıyor.

“Rabbinin ismini an”: “Zikr” kavramını daha önce izah etmiştik [bkz. Kur’an Dersleri (7) (Kalem: 34-52], burada açıkça Hz. Peygamber’e Rabbinin ismini anması, O’nun yüceliğini dile getirmesi, böylece O’nu her daim kendi zihninde, kalbinde, ruhunda diri tutması emrediliyor.

“Ve her şeyden uzaklaşarak, bütün varlığınla O’na yönel/Tebettül et”: “Tebettül” (“B-t-l/kesti, kopardı, bitirdi, sonuna vardı” kökünden) “kesmek, koparmak, uzaklaşmak, bitirmek”tir. “İbtâl”, “kesilmek”; “mubettel”, “kesilmiş, uzaklaşmış, inzivaya çekilmiş”; “betul”, “bakire, erkeklerden tamamen uzak düşen kız” demektir. Bu nedenle Hz. Meryem’e “el-azrâu’l-betul” denmiştir. “Nehlatun mubtelun”, “tek başına kalmış, yanında sadece küçük bir ağaç kalmış olan hurma ağacı”dır. Dolayısıyla ayette, Hz. Peygamber’e ve onun örnekliğini hayata taşıma arzusunda olan tüm Mü’minlere, Allah’tan başka her şeyle ilgilerini kesmeleri, dünya ile tüm bağlarını koparmaları, zihinlerini, kalplerini, ruhlarını her şeyden arındırmaları, duygu ve düşüncelerinde O’ndan başka hiç kimseye yer vermemeleri, bütün varlıklarıyla O’na yönelmeleri, kendilerini yalnızca Allah’a adamaları emrediliyor ki, Rabbin kelimelerinin insanda yer etmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir.

“Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi; O’ndan başka ilah yoktur, öyleyse O’nu vekil et”: O,Doğu’nun ve Batı’nın Rabbidir, tüm yönler O’na aittir, Doğu’suyla Batı’sıyla tüm yeryüzü O’nun mülkiyeti, O’nun egemenliği altındadır; Batı’da Bizans’ın, Doğu’da Perslerin -bugüne getirecek olursak, Batı’da ABD ve AB’nin, Doğu’da Rusya ve Çin’in- hükümran gözükmesi hiçbir şeyi değiştirmez! O, her hal ve şartta mutlak egemenlik sahibidir. O’ndan başka ilah/O’ndan başka kanun koyucu yoktur! Böylece Tevhid bilinci zihinlere nakşediliyor ve hem Mekke hem de dünya ölçeğinde istikbar ne denli büyük ve güçlü görünürse görünsün, Allah’a adanmış benlikler için bunun gerçekte hiçbir anlam ifade etmeyeceği, etmemesi gerektiği ifade ediliyor (Kelime-i Tevhid’in ilk defa bu ayette zikredildiği dikkatlerden kaçmamalıdır). Kur’an bu ayetle sınırları aşıyor, dar kalıpları paramparça ediyor ve evrensel bir devrimin tohumlarını atıyor. Bu, cihanşümul bir harekettir; “O, Doğu’nun ve Batı’nın Rabbidir”, “Doğu da Batı da Allah’ındır” (2/142) şiarıyla İslam, Mekke ve Arap Yarımadası ile yetinmeyeceğini, küçük olsun bizim olsun mantığı gütmeyeceğini peşinen ilan ediyor. Ardından “O’nu vekil et” emr-i ilahisi ile karşılaşıyoruz ki, Hz. Peygamber ve onunla birlikte olan Mü’minler, Tevhid ilkesi gereği hâkim sınıf ve süper güçler karşısında yalnızca tek bir güce dayanmalı, zorluklar karşısında yalnızca O’na güvenmeliydiler. Nitekim Âl-i İmran Suresi’nin 173. ayetinde Mü’minlerin bu tavrından övgüyle söz edilir: “Onlar ki, insanlar kendileri için ‘Şüphesiz insanlar size karşı toplandılar, artık onlardan korkun’ dediklerinde bu, onların sadece imanlarını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler.” (3/173) “Vekîl” (“V-k-l/bıraktı, devretti, emanet etti, güvendi, dayandı, bir kimseyi kendi yerine -vekil- tayin etti” kökünden) “güvenilen, bir şeyin veya bir işin kendisine emanet edildiği kimse, bir işi üstlenen kişi” demektir, “yönetici, şef, yardımcı, temsilci” anlamlarına da gelir. “Tevekke’l-Allah”, “Allah’a tevekkül etmek, güvenmek, dayanmak”tır. Dolayısıyla Allah, emir ve yasaklarına riayet ederek sorumluluklarını yerine getirmeleri ve O’nun yolunda gayret göstermeleri kaydıyla O’na güvenen, O’nun vekâleti altına giren, kendilerini O’na emanet eden kimselerin işlerini üzerine alacağını beyan etmektedir. Nitekim “O nimet sahiplerini bana bırak” şeklindeki 11. ayet bunu açıkça ortaya koyar. Hasbunallah ve ni’mel vekîl/Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!

- Onların söyledikleri karşısında sabret ve onlardan en güzel şekilde kopup ayrıl

- Ve nimet sahibi yalanlayıcıları bana bırak, onlara biraz daha süre tanı

- Şüphesiz bizim katımızda prangalar ve şiddetle kızışan bir ateş var

- Boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap var

- Yeryüzünün ve dağların şiddetle sarsılacağı ve savrulan kum yığını haline geleceği gün

- Şüphesiz size üzerinize şahit olacak bir elçi gönderdik, tıpkı Firavun’a bir elçi gönderdiğimiz gibi

- Ama Firavun elçiye isyan etti, biz de onu, onun için kötü sonuçlar doğuracak şekilde kıskıvrak yakaladık

- Eğer Hakikat’in üzerini örterseniz çocukların saçlarının ağaracağı gün kendinizi nasıl koruyacaksınız?

- Göklerin paramparça olacağı ve Allah’ın va’dinin gerçekleşeceği (gün)

- Şüphesiz bu, kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesajdır; öyleyse dileyen Rabbine yol edinsin

10-19. ayetlerde gözler bir anda nimet sahiplerinin (Uli’n-ni’me), servet içinde yüzen sermayedarların, rızık kaynaklarını gasp etmek, malı sürekli kendilerine doğru çekmek ve diğerlerini ondan men etmek suretiyle rahat, güzel bir yaşam süren servet ve iktidar sahibi ileri gelenlerin üzerine çevriliyor. Toplumu ortadan ikiye bölen, kendileriyle diğerleri arasındaki uçurumu her geçen gün derinleştiren bu güruh, dünya nimetlerini tek başına sahiplendiği, iktisadî ve siyasî egemenliği elinde bulundurduğu için Tevhid mesajına muhalefet etmekte, statükonun devamı için iftira ve kara propaganda yoluna başvurmaktadır. Bu noktada Hz. Peygamber’e bir kez daha “sabret” denilerek müşrikler topluluğundan büyük ahlak sahibine yakışır güzel bir tarzda kopup ayrılması emrediliyor. Böylece bir iman ve hareket adamının kendisine yönelik saldırılar karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğrenmiş oluyoruz. Şöyle denmektedir: Beni vekil edinin, onları bana bırakın ve müşrikler güruhuna biraz daha süre tanıyın. Ardından nimet içinde yüzen yalanlayıcıların akıbetleri haber veriliyor. Ceza suç kabilindedir ve burada dört cezai unsurdan söz edilmektedir: Enkâl (prangalar), cahîm (şiddetle kızışan ateş), taâmen zâ ğussa (boğazı tıkayan yiyecek) ve azâben elîm (acıklı azap).Razî, bunları kişinin hayatta iken yaptıklarının ruhî sonuçları olarak görür. Biz ise kendi yaklaşımımızın mutlaklık ifade ettiğini, dolayısıyla anlamın söyleyeceklerimizden ibaret olduğunu iddia etmemekle birlikte -Razî’ye ek olarak- bunların şu şekilde de anlaşılabileceği kanaatindeyiz:

Enkâl/Prangalar: Hemcinslerini zayıf ve aciz halde bırakmalarına, köleleştirmelerine, onların ellerine ayaklarına prangalar vurmalarına karşılık (“Enkâl” -“nikl”in çoğ.- fiil olarak “nekele ani’ş-şey”, “bir şeyi yapamadı, zayıf ve aciz kaldı” demektir; “nekeltuhu”, “bağladım” mânâsına gelir; “nikl”, “hayvanın bağı”dır, aynı zamanda “gemin demiri” anlamına da gelir ki, her ikisi de hayvanı kontrol etmek için kullanılır).(7)

Cahîm/Şiddetle kızışan ateş: İçlerinde yanan ihtiras ateşine karşılık.

Taâmen zâ ğussa/Boğazı tıkayan yiyecek: Dünyada sınırsızca yiyip içmelerine, zevk-ü sefa sürmelerine karşılık.

Azâben elîm/Acıklı azap: Dünyada âzib olmalarına, mustaz’aflara şiddetli eziyet vermelerine, hayatın zevkini, tadını yok etmelerine, köleleri aç ve uykusuz kalmaya zorlamalarına karşılık (“Azab” ve “ta’zib” -A-z-b kökünden- “şiddetli eziyet vermek” ve “insanı aç ve uykusuz kalmaya zorlamak”tır; “azabe’r-racul”, “adam yemekten ve uykudan kesildi”; “azzebtuhu” ise -tatlı, hoş anlamında “azb” kökünden- “hayatın zevkini, tadını yok ettim” demektir).

Yeryüzünün ve dağların şiddetle sarsılacağı ve savrulan kum yığını haline geleceği gün nimet sahibi yalanlayıcıların akıbeti böyle olacaktır!

Daha sonra Elçi’nin misyonu beyan edilmekte -ki, bu aynı zamanda Ümmet’in de misyonudur/bkz. 2/143, 22/78- Hz. Musa’nın Tevhid mesajını yalanlayan, adalet ve özgürlük mesajına isyan eden Firavun’un akıbeti bir ibret vesikası olarak Mekke’nin servet ve iktidar sahibi ileri gelenlerinin önüne konulmaktadır. Açıktır ki, Hz. Musa’nın Firavun’a karşı verdiği mücadele ve Firavun’un Hz. Musa’nın getirdiği mesaj karşısında takındığı tavırla Hz. Peygamber’in Mekke’de Dâru’n-Nedve üyelerine karşı verdiği mücadele ve Mekke’nin nimet sahiplerinin Hz. Peygamber’in getirdiği mesaj karşısında takındıkları tavır arasında doğrudan ilişki vardır. Kur’an’ın bütününe bakıldığında bütün peygamberler için bu böyledir. Mesele temelde rubûbiyet ve ulûhiyetin kime ait olacağı meselesidir ki, işin bu yönünü Fatiha Suresi 5-7. ayetlerin tefsirinde kısmen izah etmiştik [bkz. Kur’an Dersleri (2) (Fatiha: 5-7)].

Peygamber’in Misyonu (Şahitlik): Surenin 5. ayetinde ifade edilen ağır sorumluluk Peygamber’in -ve Ümmet’in- misyonunda kristalleşmektedir. Şahitlik Hz. Peygamber’in misyonunun bir boyutunu teşkil eder; zira o, şahid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir (33/45, 48/8). “Şahid” (“Ş-h-d/tanık oldu, tanıklık etti, hazır bulundu” kökünden) “tanık olan, tanıklık eden, hazır bulunan” demektir. Ayette sözü edilen şahitliğin dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki boyutu vardır:

Birincisi, Hz. Peygamber, önce kendi toplumu içinde, sonra bütün insanlığa gönderilmiş bir elçi olması hasebiyle (7/158) tüm insanlığın huzurunda, kişiliği, ahlakı, mesajı, hayatı ve mücadelesiyle Hakikat’in şahididir. Bir başka ifadeyle o, fiilen Hakikat’e tanıklık etmek üzere gönderilmiştir. On üç yıl boyunca Hak uğruna Mekke’de tüm eziyetlere katlandı, yurdundan sürüldü, hicret etti ve Medine’de manevî-ahlakî değerlere dayanan ölçülü, dengeli, ideal bir toplum kurdu, bir Selam Yurdu meydana getirdi, bu ideal toplumu ve bu Selam Yurdu’nu savunmak için gerektiğinde savaştı, on yıl boyunca insanlar arasında Hak ve adaletle hükmetti, eşit şekilde bölüştürdü. Öldüğünde ne kölesi ne de parası-pulu vardı; insanlığa kuşatıcı, diriltici, ölümsüz bir mesaj ve kâmil bir örneklik bıraktı, böylece şahitliğini yerine getirdi.

İkincisi, o, ahirette de kendi kavmi ve Ümmet’i üzerinde Hakikat’in şahidi olacaktır: “Her ümmet içinde kendi nefislerinden üzerlerine bir şahid getireceğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz…” (16/89) “Ümmet” belli bir inanç, fikir veya amaç etrafından toplanan insan toplulukları için kullanıldığı gibi, aynı zamanda bütün bir insan nesli için de kullanılır. Kur’an yeryüzündeki tüm canlıların ve kuşların da birer ümmet olduklarını vurgular (6/38). Dolayısıyla “ümmet”, burada Hz. Peygamber’in getirdiği mesaja muhatap olan tüm insanlığı ifade eder. Zira her peygamberin ümmeti kâfir veya Mü’min ayrımı olmaksızın tebliğ için gönderildiği bütün insanlardır; bu bakımdan “Ümmet-i Muhammed” dendiğinde, bununla daha geniş anlamda inanan-inanmayan bütün insanlar kast edilir (bkz. İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab).

Çocukların saçlarının ağaracağı gün: Bu da tıpkı “keşfu’s-sâk/bacağın açılması” gibi bir deyimdir. Bununla kıyamet gününün dehşeti, hesap gününün ne denli şiddetli ve çetin geçeceği vurgulanmaktadır ki, Araplar dehşet verici hadiselerle geçen zorlu bir günü bu şekilde ifade ederlerdi. Yani hesap günü öyle dehşet verici, öyle şiddetli ve çetindir ki, masum, günahsız çocuklar dahi o günün dehşetinden ak saçlı ihtiyarlara dönerler. Peki, siz nimet sahibi yalanlayıcılar, Hakikat’in üzerini örter, inkârda diretirseniz, o gün kendinizi nasıl koruyacaksınız; göklerin paramparça olacağı, Allah’ın va’dinin gerçekleşeceği o gün?

Surenin 19. ayetinde ise Kur’an’ın “tezkire/kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesaj” olduğu ifade ediliyor ve insan kendi iradesiyle baş başa bırakılıyor: Öyleyse dileyen Rabbine yol edinsin, O’na götüren, O’nun rızasına ulaştıran yola koyulsun!

- Şüphesiz Rabbin, senin ve seninle birlikte olanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu bilir; geceyi ve gündüzü takdir eden Allah’tır; sizin onu kuşatamayacağınızı bildi, böylece size tevbe nasip etti; artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun, Allah içinizden hastalananların, Allah’ın lütfundan (rızık) aramak için yeryüzünde gezip dolaşanların ve Allah yolunda savaşa çıkanların olacağını bildi; artık ondan kolayınıza geleni okuyun, namazı ikame edin ve zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin; hayır olarak önden gönderdiklerinizi Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz; Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz ki, Allah, Gafur’dur, Rahim’dir

Müslim, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe’den 20. ayetin “Gecenin bir bölümünde kalk” emrinden on iki ay sonra, Taberî ve İbn-i Ebî Hatim ise -yine Hz. Aişe’den- sekiz ay sonra nazil olduğunu nakletmektedirler. İbn-i Abbas’a göre, surenin 20. ayeti bir yıl sonra, Said b. Cubeyr’e göre ise, “Gecenin bir bölümde kalk” emrinden on yıl sonra -dolayısıyla Medine’de- nazil olmuştur. İbn-i Ebî Şeybe ve Munzir’in Atâ’dan rivayet ettiklerine göre, ashab, Zariyat Suresi’nin 17-18. ayetleri doğrultusunda bütün geceyi ibadetle geçiriyordu, örneğin Ebu Zer bir asaya dayanmak zorunda kalıyordu, bu şekilde iki ay geçirdiler ve ardından surenin 20. ayeti nazil oldu ki, Zariyat Suresi’nin 17-18. ayetleri Mekkîdir. 20. ayetin Medine’de nazil olduğu yönündeki görüşler, bu konudaki rivayetlerin yanı sıra ekseriyetle kıtalin (savaşın) Medine’de emredilmiş olmasına dayanır; zira Mekke’de böyle bir durum söz konusu değildi. Hâlbuki ayet, kıtalden söz ederken ileride gerçekleşecek olayları haber vermektedir. Nitekim söz konusu ifadeler de gelecek zaman kipi kullanılmıştır.

Ayeti üç bölümde ele almak mümkündür: Gece Kıyamı/Gece Eğitimi ile ilgili hafifletme, sosyal yükümlülüklerin hatırlatılması ve Allah’tan mağfiret dilemeye, O’nun bağışlayıcılığını aramaya çağrı.

Ayet, Gece Kıyamı’yla ilgili bir önceki emri neshetmemekte, Gece Kıyamı’nın hafifletilmesine ruhsat vermektedir. Bunun hikmeti ayette açıklanmıştır:

“Geceyi ve gündüzü takdir eden Allah’tır; sizin onu kuşatamayacağınızı bildi, böylece size tevbe nasip etti; artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”: Yani “Sizin geceyi kuşatamayacağınızı, Gece Kıyamı’nın gereğini her daim tamamıyla yerine getiremeyeceğinizi bildi ve tevbenizi kabul etti.” Bunun nedenleri ayetin devamında beyan edilmiş ve ardından “Ondan (Kur’an’dan) kolayınıza geleni okuyun” ifadesi tekrar edilmiştir. “Allah içinizden hastalananların, Allah’ın lütfundan (rızık) aramak için yeryüzünde gezip dolaşanların ve Allah yolunda savaşa çıkanların olacağını bildi; artık ondan kolayınıza geleni okuyun.”

Süddî’ye göre, “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” ifadesinden maksat yüz ayet okumaktır. Aynı şekilde Hasan-ı Basrî’nin de “Kim bir gecede yüz ayet okuyacak olursa, Kur’an onun aleyhine delil olmayacaktır” dediği rivayet edilmiştir.(8) Ancak biz, sayıların önemi olmadığı kanaatindeyiz; önemli olan az da olsa Gece Kıyamı’nın/Gece Eğitimi’nin gözetilmesi, elverdiği miktarda Kur’an’ın tertil üzere okunması, Allah’a yönelişle birlikte kişinin ruhî olgunluğa ermesidir. Nitekim Hz. Peygamber, “Gücünüz yettiği kadar amel işleyiniz; Allah’a yemin olsun ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz” ve “(En hayırlı amel) az da olsa devamlı olandır”(9) diyerek meselenin bu boyutuna dikkat çekmiştir.

“Namazı ikame edin ve zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin; hayır olarak önden gönderdiklerinizi Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz”: Bu noktada üç emirle karşılaşıyoruz: Salâtı ikame edin/namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin (yani kard-ı hasende bulunun ve bunu Allah’a verdiğiniz, O’nun da size kat kat geri ödeyeceği bir borç olarak kabul edin).

Salâtın ikamesi (İkâmetu’s-salât): Özellikle son dönemde “gereksiz” görüldüğü için asılsız te’vil ve tefsirlerle iptal edilmeye, yürürlükten kaldırılmaya çalışılan, buna mukabil Hz. Peygamber’in ve ashabın kıldığı, hem Kur’an’la (mütevatiren) hem sahih hadislerle hem de Yaşayan Sünnet şeklinde bilfiil uygulanmak (kılınmak) suretiyle nesilden nesle intikal ederek bize kadar ulaşan, bildiğimiz, her gün ifa ettiğimiz namaz ibadetidir. Kur’an’da “ekâme” fiili ile birlikte -örn. ekîmu’s-salât, ekâmu’s-salât- geçtiği her yerde bu anlamı ifade eder. Vakitleri, asgarî surette ne kadar, nasıl ve ne şekilde ifa edileceği temiz akıl sahibi herkes tarafından bilinmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bugün asıl anlam ve amacından uzaklaştırılmış, şekilden ibaret kılınmış, törenselleştirilmiş, içi boşaltılmış, sosyal boyutu felce uğratılmış, işlevsiz hale getirilmiştir ki, sorun buradadır. Yeri geldikçe namazın ifade ettiği anlama değinecek, salât kavramıyla diğer kavramlar arasında bağ kuracağız.

Zekât: Aslı “Allah’ın bereketinden kaynaklanan artış”tır, dolayısıyla “fazlalığı” ifade eder. “Zekâtı verin”, “artışı, fazlalığı verin, fazlalıktan arının” demektir ki, aynı zamanda “saflık, arınmışlık, aklanmışlık, temizlenmişlik” anlamlarına da gelir. Zekât, namazın ikamesindeki en önemli unsurdur, nitekim bu ayette de görüldüğü gibi, Kur’an’da sürekli olarak namazla birlikte zikredilmiştir. Hem malı hem de nefsi temizler, arındırır. Kişiyi fazlalıktan arındırarak onun manevî/ruhsal açıdan yükselişine katkıda bulunan, bireyleri sosyal güvence altına alan ve toplumsal yapının dayanışma, merhamet, şefkat ve adalet temelinde şekillenmesini sağlayan içtimaî bir görevdir. Merkezî olarak tahsil edilir. Müslümanlara yönelik zorunlu bir vergi olarak Medine’de sistemleşmiş olmakla birlikte Mekkî ayetlerde de emredilmiş, zekât vermek Mü’minlerin ve Muhsinlerin vasıfları arasında sayılmıştır (İniş sırasıyla: 27/3 Mü’minler; 31/4 Muhsinler; 23/4 Mü’minler). Fussilet Suresi’nin -ki, Mekkîdir- 7. ayetinde zekâtın verilmemesi ahiretin inkârıyla bir tutulmuş, Rum Suresi’nin -Mekkîdir- 39. ayetinde ise zekât, faizin karşısında zikredilmiştir.

Kard-ı Hasen/Karz-ı Hasen: “Kard” (“K-r-d/kırptı, ucundan kesti, makasladı” kökünden) “bir şeyi kırpmak, ucundan kesmek, makaslamak, kemirmek, ısıra ısıra yemek”tir; “kard -çoğ. kurûd-”, “borç, kredi” demektir. “Kard-ı Hasen/Güzel Borç”, “Allah’ın rızasını gözeterek ihtiyaç sahiplerine borç, ödünç verme” anlamına geldiği gibi, “Allah’ın rızasını gözeterek ihtiyaç sahiplerine, yoksullara yapılan karşılıksız yardım” anlamına da gelir. Geri almak üzere verilen borçta faiz yoktur, ancak buna mukabil vade bağlayıcı değildir. Örneğin birisine 1 yıllığına borç veren bir kimse, 4 ay sonra ihtiyaç duyması halinde verdiği borcu geri isteyebilir. Buna karşın borçlunun eli darda ise, borcunu ödemekte zorlanıyorsa, ona belli bir zamana kadar süre tanınır, olmazsa borcu sadaka olarak bağışlamak daha hayırlıdır (2/280). Hz. Peygamber’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi yüce Allah Cehennem ateşinden korur.”(10) İster ödünç verme, ister karşılıksız yardım şeklinde olsun, Kard-ı Hasen, İslam’ın sosyal ve iktisadî dayanışma mekanizmalarından birini oluşturur. Tıpkı namaz ve zekât gibi Kur’an’ın yerine getirilmesi icap eden emirlerinden biridir. Ancak ne yazık ki, zekât müessesesinin aksine İslam tarihinde genel olarak ferdî/bireysel bazda kalmış, kurumsallaşmamıştır. Bu noktada hâl-i hazırdaki “finans kurumları”nın Kard-ı Hasen müessesesiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisinin olmadığını özellikle ifade etmek gerekir; zira her şeyden önce söz konusu kurumlar maddî menfaat elde etmektedirler ki, Kard-ı Hasen’de borç verenin manevî kazanç dışında menfaat elde etmesi söz konusu değildir; aksi takdirde bu, Kard-ı Hasen olmaz.

Merhum Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam adlı eserinde önemli bir rivayete yer verir: “Ebu Ubeyd dedi: Hasan b. Abdullah bize Sırri b. Yahya ve Katade’den şöyle nakletti: Katade dedi ki: Ebu Musa el-Eş’arî’nin yönetiminde Sus beldesi fethedildiğinde Müslümanlar bir sarayda Danyal’ın (Daniel peygamberin) cüssesini buldular. Yanında da büyük bir meblağ halinde bırakılmış mal vardı. Malın içinde de ‘İsteyen gelip bu maldan karşılıksız olarak ve belirli bir müddete kadar istikrazda bulunabilir. Vaktinde getirirse, getirir; getirmediği takdirde baras hastalığına müptela olur’ ibaresi yazılmış bir belge vardı. Ravi dedi: Ebu Musa sarılıp onu öptü ve şöyle dedi: ‘Kâbe’nin Rabbine kasem olsun ki, bu zat Danyal’dır.’ Daha sonra Hz. Ömer’e konu ile ilgili olarak bir mektup yazdı. Hz. Ömer de ona şöyle yazdı: ‘Onu tekfin ve tahnit et. Sonra da onun namazını kıldır ve peygamberlerin defnedildiği gibi defnet. Malını da Beytu’l-Mal’e koy. Bunun üzerine Ebu Musa beyaz bir kıbti ketenle onu tekfin etti ve cenaze namazını kıldırıp defnetti.”(11) Rivayet, Hz. Danyal’ın Kard-ı Hasen’i müessese haline getirdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Ayette “Allah’a güzel bir borçla borç verin” denmesi son derece dikkat çekicidir; zira Allah, burada ihtiyaç sahiplerine verilen borcu veya yapılan karşılıksız yardımı kendisine verilmiş bir borç, kendisine yapılmış bir yardım olarak kabul ediyor ve bu borcun, bu yardımın karşılığını kendi üzerine alıyor ki, Bakara Suresi 245, Maide Suresi 12, Hadid Suresi 11 ve 18, Teğabun Suresi 17. ayetlerde de “Allah’a güzel bir borçla borç vermek” şeklinde geçer. Kitab-ı Mukaddes’te de benzer şekilde yer alır: “Yoksula acıyan Rabbe borç verir; yaptığı iyilik için Rab onu ödüllendirir.” (Kitab-ı Mukaddes, Süleyman’ın Özdeyişleri, 19: 17)

Bunun yanı sıra ayette, hayır olarak işlenen tüm ameller de “Allah’a verilmiş güzel bir borç” olarak nitelendiriliyor ve işlenen her hayrın Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak görüleceği belirtiliyor. Dolayısıyla hayır (hayr), ayette sadece iktisadî açıdan işlenen hayrı ifade etmez; daha geniş çerçevede şerrin zıddı olarak (mutlak/saf hayır anlamında) tüm faydalı işleri de kapsamına alır.

“Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz ki, Allah, Gafur’dur, Rahim’dir”: Ayet -dolayısıyla sure- Allah’ın mağfiretine yapılan çağrı ve O’nun Gafur ve Rahim sıfatlarına yapılan vurguyla sona eriyor. Allah’tan mağfiret dileyin, O’nun bağışlayıcılığını arayın, şüphesiz ki, Allah Gafur’dur, Rahim’dir. Dikkat edilmesi gereken husus, istiğfarın sadece sözle değil, aynı zamanda fiille af dilemek olduğudur. Rağıb, Nuh Suresi’nin 10. ayetinde sözü edilenlerin Allah’tan sadece sözle değil, aynı zamanda fiille bağışlanma dilemekle emrolunduklarını belirtir. Nitekim “Fiille değil, sadece sözle bağışlanma dilemek yalancıların işidir” denmiştir.(12) Ki, böylece sözün tek başına anlam ifade etmediğini, ispatı gerekli kıldığını, dolayısıyla söylemlerin sağlamasının eylemler olduğunu bir kez daha anlamış oluyoruz.

“Gafur” (“G-f-r/örttü, perdeledi, korudu, bağışladı, affetti” kökünden) “çok bağışlayan, affeden, günahları çokça örten” demektir. Nitekim başı örtüp koruduğu için savaşta kullanılan başlığa “miğfer” denilmiştir. Başı örten bez parçasına da “gaffâre” denir. “Gâfir” ve “Gaffar” isimleri de aynı kökten gelir. ez-Züccacî, “Gafur, çok bağışlayan örten anlamından mübalağa ifade eder; çünkü Allah, kullarını sadece bir kere değil defalarca bağışlar, öyle ki, O’nun bağışlaması sayılamaz” demiştir. el-Halimî ise bu ismi şöyle açıklar: “Kullarının günahlarını çokça örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.”(13)

“Rahim” ismiyle ilgili açıklama Fatiha Suresi 1-4. ayetlerin tefsirinde geçmişti [bkz. Kur’an Dersleri (1) (Fatiha: 1-4)].

Doğrular Allah’tan, hata ve eksiklikler bizden…

İlkte de sonda da hamd âlemlerin Rabbi (olan) Allah’a mahsustur.

(Bu metnin ortaya çıkmasına vesile olan sohbet, 31 Temmuz 2012 tarihinde gerçekleştirilmiştir)

—————————

Dipnotlar:

1- Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredat, Çev: Abdulbaki Güneş-Mehmet Yolcu, Çıra Yay. Mayıs 2006, 1. Baskı, c. 1, s. 539, Z-m-l Mad.

2- Buharî, Kitab-u Bed’il-Vahy, 3

3- Taberî, Taberî Tefsiri, Çev: Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, Hisar Yay. 1996/İstanbul, Müzzemmil Suresi, 1. Ayet, c. 8, s. 457

4- Hz. Hafsa’dan rivayetle Müslim, Kitabu’l-Musafirîn, Bab: 118, Hadis no: 733; Tirmizî, Kitabu’l-Mevakıt, Bab: 158, Hadis no: 373; Hz. Ümmü Seleme’den rivayetle Tirmizî, Kitabu’l-Kıraat el-Kur’an, Bab: 1, Hadis no: 2927; Ebu Davud, Kitabu’l-Huruf, Bab: 1, Hadis no: 4001

5- Suyutî, Kenzu’l-Ummal,29388 (Kenzu’l-Ummal: Ali el-Muttaki el-Hindî’nin Suyutî’ye ait üç eserdeki rivayetleri fıkıh konularına göre alfabetik olarak düzenlediği hadis kitabı)

6- Taberî, a.g.e, Müzzemmil Suresi, 6. Ayet, c. 8, s. 462

7- Rağıb el-İsfahânî, a.g.e,c. 2, s.748-749, N-k-l Mad.

8- Taberî, a.g.e, Müzzemmil Suresi, 20. Ayet, c. 8, s. 469

9- Hz. Aişe’den rivayetle Buharî, İman, 32, Teheccüd, 18; Müslim, Salâtu’l-Musafirîn, 31; Hz. Aişe’den rivayetle Buharî, Rikak, 18; Müslim, Salâtu’l-Musafirîn, 30

10- İbn-i Mâce, Sadakat, 14

11- Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, Çev: Salih Tuğ-Yusuf Ziya Kavakçı, Yağmur Yay., 1969, s. 61-62; ayrıca bkz. Osman Eskicioğlu, İslam ve Ekonomi, Anadolu Yay., Eylül 1999/İzmir, 1. Baskı, s. 127

12- Rağıb el-İsfahânî, a.g.e, c. 2, s. 284-285, G-f-r Mad.

13- Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an I/155 ve I/164; ayrıca bkz. İbnu’l-Kayyim, Kurtubî, es-Sadî, İbn-i Kesir ve Beyhakî’den derlenen el-Camiu li-Esmâillâhi’l-Husnâ, Der: Hamid Ahmed Tahir el-Besyunî, Eymen Abdurrezzak es-Sevva ve Yusuf Ali Büdeyvî, Çev: Mehmet Ali Kara, Hanifi Akın ve Muhittin Korkmaz, Karınca Yay. Nisan 2004, 1. Baskı Polen Yay., s. 253-254
Paylaşmak için tıklayın:

Paylaş

İlgili

İYİ HABER KUR’AN (Vahyin İlk Yılları), Kibele Yayınları’ndan Çıktı!In "Anasayfa"

Kur'an Dersleri (20) (İhlâs/Tevhid: 1-4)In "Anasayfa"

Kur'an Dersleri (16) (Kevser: 1-3)In "Anasayfa"
atillafikri hakkında
1974 yılında İstanbul'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul'da tamamladı. 1995 yılında yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. Beyan, Gülistan, Değirmen ve Basiret dergilerinde ve İslami içerikli çeşitli İnternet sitelerinde 120’yi aşkın makale yazdı. Çeşitli gazete, dergi ve İnternet sitelerinde söyleşileri yayınlandı. 2009 yılında Mehmet Akif Genç müstear ismiyle Beyan Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptı. Özgün Duruş Gazetesi'nde Yayın Editörlüğü görevinde bulundu ve haber-analiz yazıları yazdı. Ayrıca Ali Bulaç’la özel olarak çalıştı. 2010 yılında Adilmedya.com'un Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptı. An itibariyle serbest olarak çalışıyor. Yayınlanmış Eserleri: İlk Adım: Oku (Alak Suresi Tefsiri), Atilla Fikri Ergun-Ersan Doğan, Temmuz 2005/İstanbul (Bu ortak çalışma, 60 sayfalık bir risale olup yazarın kendisi tarafından bastırılmıştır) Kur’an Kıssaları -1- (Bahçe Sahipleri Kıssası), Atilla Fikri Ergun, Çıra Yay. Temmuz 2009/İstanbul İsyan Yazıları (İtaat Kültüründen İsyan Kültürüne), Atilla Fikri Ergun, Ozan Yay. Nisan 2011/İstanbul Modern Çağda Putperestlik (Kapitalizm), Atilla Fikri Ergun, Kibele Yay. Kasım 2011/İstanbul 21. Yüzyılda İslâm ve İslâmcılık (Modernizm, Tarih-Kültür-Gelenek: İki Arada Bir Derede), Atilla Fikri Ergun, Kibele Yay. Nisan 2012/İstanbul Risâle (Düşünceden Siyasete: Karanlığın Sonu Aydınlık), Atilla Fikri Ergun, Kibele Yayınları, Kasım 2012/İstanbul Tefsîru'l-Büşra - İyi Haber Kur'an (Vahyin İlk Yılları) Nüzûl Sırasına Göre Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri (1), Atilla Fikri Ergun, Kibele Yayınları, Nisan 2013/İstanbul

29 Kasım 2012
Kur’an Dersleri (8) (Müzzemmil: 1-20)
By atillafikri

Hz. Peygamber, önce kendi toplumu içinde, sonra bütün insanlığa gönderilmiş bir elçi olması hasebiyle tüm insanlığın huzurunda, kişiliği, ahlakı, mesajı, hayatı ve mücadelesiyle Hakikat’in şahididir. Bir başka ifadeyle o, fiilen Hakikat’e tanıklık etmek üzere gönderilmiştir.

 

Kur’an Dersleri (8) (Müzzemmil: 1-20)

Müzzemmil Suresi

Hicret’ten Önce-Mekke Dönemi (İnişte 3. Mushaf’ta 73. Suredir, 20 Ayettir)

Sure ismini ilk ayetinde geçen “Müzzemmil” kelimesinden almıştır. 20. ayetinin Medine’de nazil olduğu yönünde görüşler mevcuttur. İbn-i Abbas’ın 10-11. ayetlerin Medine’de indiği yönünde görüş bildirdiği, Hz. Aişe’nin 11. ayetin nüzûlünden kısa bir süre sonra Bedir Harbi’nin meydana geldiğini söylediği rivayet edilmiştir. Said b. Cubeyr, Sa’lebî, İbn-i Yesar ve Mukatil’e göre, surenin 20. ayeti Medine’de nazil olmuştur. Ancak 20. ayetin tefsirinde de görüleceği gibi, surenin tümü Mekkîdir. Surenin başında Hz. Peygamber ve ona tabi olan Mü’minler Gece Kalkışı’yla (Kıyamu’l-Leyl) emrolunmakta, ardından Tevhid ilkesi vurgulanmakta, Hz. Peygamber ve ona tabi olanlar zorluklar karşısında sabra davet edilmektedir. Daha sonra Kur’an mesajına muhalefet eden nimet sahiplerinin akıbetleri haber verilir ve buna bağlı olarak Firavun’un Hz. Musa karşısında takındığı tavır ve duçar olduğu dünyevî azap hatırlatılarak hesap gününün ne denli şiddetli olacağı dile getirilir. Surenin 19. ayetinde ise Kur’an’ın “tezkire/kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesaj” olduğu ifade edilir. 20. ayette Gece Kıyamı’nın hafifletilmesine ruhsat tanınmış, bunun yanı sıra namaz, zekât ve kard-ı hasen gibi yükümlülüklere dikkat çekilmiştir. Mü’minler Allah’tan mağfiret dilemeye çağrılırlar ve sure, Yaratıcı’nın Gafur ve Rahim sıfatlarına yapılan vurguyla sona erer.

Surenin Meâli

Rahman, Rahim Allah’ın İsmiyle

1- Ey peygamberlik elbisesine bürünmüş olan

2- Gecenin bir bölümünde kalk

3- Onun yarısı veya ondan biraz eksilt

4- Veya onun üzerine ekle ve Kur’an’ı tertil üzere oku

5- Şüphesiz biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız

6- Şüphesiz gece eğitimi hem daha etkili hem de söz(ü idrak etmek) bakımından daha sağlamdır

7- Şüphesiz gündüz senin için uzun bir uğraş vardır

8- Rabbinin ismini zikret et ve her şeyden uzaklaşarak, bütün varlığınla O’na yönel

9- Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi; O’ndan başka ilah yoktur, öyleyse O’nu vekil et

10- Onların söyledikleri karşısında sabret ve onlardan en güzel şekilde kopup ayrıl

11- Ve nimet sahibi yalanlayıcıları bana bırak, onlara biraz daha süre tanı

12- Şüphesiz bizim katımızda prangalar ve şiddetle kızışan bir ateş var

13- Boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap var

14- Yeryüzünün ve dağların şiddetle sarsılacağı ve savrulan kum yığını haline geleceği gün

15- Şüphesiz size üzerinize şahit olacak bir elçi gönderdik, tıpkı Firavun’a bir elçi gönderdiğimiz gibi

16- Ama Firavun elçiye isyan etti, biz de onu, onun için kötü sonuçlar doğuracak şekilde kıskıvrak yakaladık

17- Eğer Hakikat’in üzerini örterseniz çocukların saçlarının ağaracağı gün kendinizi nasıl koruyacaksınız?

18- Göklerin paramparça olacağı ve Allah’ın va’dinin gerçekleşeceği (gün)

19- Şüphesiz bu, kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesajdır; öyleyse dileyen Rabbine yol edinsin

20- Şüphesiz Rabbin, senin ve seninle birlikte olanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu bilir; geceyi ve gündüzü takdir eden Allah’tır; sizin onu kuşatamayacağınızı bildi, böylece size tevbe nasip etti; artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun, Allah içinizden hastalananların, Allah’ın lütfundan (rızık) aramak için yeryüzünde gezip dolaşanların ve Allah yolunda savaşa çıkanların olacağını bildi; artık ondan kolayınıza geleni okuyun, namazı ikame edin ve zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin; hayır olarak önden gönderdiklerinizi Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz; Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz ki, Allah, Gafur’dur, Rahim’dir

***

- Ey peygamberlik elbisesine bürünmüş olan

- Gecenin bir bölümünde kalk

- Onun yarısında veya ondan biraz eksilt

- Veya onun üzerine ekle ve Kur’an’ı tertil üzere oku

- Şüphesiz biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız

- Şüphesiz gece eğitimi hem daha etkili hem de söz(ü idrak etmek) bakımından daha sağlamdır

- Şüphesiz gündüz senin için uzun bir uğraş vardır

- Rabbinin ismini zikret et ve her şeyden uzaklaşarak, bütün varlığınla O’na yönel

- Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi; O’ndan başka ilah yoktur, öyleyse O’nu vekil et

“Müzzemmil -aslı “mütezemmil”dir- (“Z-m-l/üzerine aldı, üzerine çekti, örtündü, elbisesine büründü, yük yüklendi” kökünden) “üzerine alan, üzerine çeken, örtünen, elbisesine bürünen” demektir. Kişi elbisesine büründüğünde veya onunla örtündüğünde “tezemmülü bisevbihi”, elbise ile başkasını örttüğünde ise “zemmele ğayrahu” denir. Bunun yanı sıra “zâmele”, “dostluğu, arkadaşlığı sürdürmek, aynı ortamı paylaşmak, refakat/eşlik etmek, çok yakın arkadaş olmak, meslektaş olmak”; “zumle”, “refakat, eşlik, kalabalık, arkadaş topluluğu”; “zumîl -çoğ. zemîl-”, “refik, yakın arkadaş, eşlik eden, dost, meslektaş”; “zemil” ve “ziml”, “arkadan gelen, dost, arkadaş”, “zemâle”, “refakat, iş arkadaşlığı, meslektaşlık” demektir. Aşağıda bu anlamlarla da bağ kurmaya çalışacağız.

“Müzzemmil”, meâl ve tefsirlerde genel olarak “örtüsünü üzerine alan, örtüsüne bürünen/örtüsüne bürünmüş olan” şeklinde anlamlandırılmış ve bu ifade, “uykuya dalmış olan, kendi kendine dalıp düşünen, kendi halinde yaşayan, işten elini eteğini çeken, hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, ağır yük yüklenen, vahyi yüklenen, büyük işi yüklenen” şeklinde açıklanmıştır. Rağıb’a göre, “müzzemmil”, “elbisesine bürünen” demektir; bu, istiare yollu bir ifadedir ki, görevinde eksiklik ve gevşeklik yapan kişiden kinaye olup onun bu durumunu ima etmektedir; nitekim “zumîl”, “zayıf” demektir(1). Büyük bir olay karşısında çekinmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek bilinen insan tutum ve davranışlarındadır, dolayısıyla ayette Hz. Peygamber’in bu durumuna atıfta bulunulmaktadır. Hz. Aişe’den, ilk vahyin gelişinden sonra Hz. Peygamber’in ürpermiş ve titrer bir halde evine döndüğü, gördüklerini Hz. Hatice’ye anlattığı ve “zemmelûnî, zemmelûnî/beni örtün, beni örtün” dediği rivayet edilmiştir(2) ki, yukarıdaki izahı desteklemektedir. Ancak birtakım “aklî” gerekçeler öne sürülerek Hz. Aişe’nin ilk vahyin nazil olduğu tarihte Hz. Peygamber’in yanında bulunmadığı, henüz küçük yaşta bir çocuk olduğu, buna mukabil olayları sanki tanık olmuş gibi aktardığı, dolayısıyla bu rivayetin sağlıklı olmadığı söylenmektedir. Hâlbuki Hz. Aişe’nin ilk vahiy nazil olduğunda Hz. Peygamber’in yanında bulunmaması, küçük yaşta bir çocuk olması ve Hz. Peygamber’in yaşadığı bu ilk tecrübeyi sanki olaya tanık olmuş gibi aktarması rivayetin sıhhatine gölge düşürmez. Zira Hz. Aişe, eşi olması hasebiyle Hz. Peygamber’le en çok vakit geçiren kişilerden biridir; onun rahle-i tedrisatından geçmiş fakih biri olarak tabiidir ki, ona ilk vahyin nerede, nasıl ve ne şekilde nazil olduğunu sormuş olmalıdır. Mü’minlerin Annesi’nin ilk vahyin nazil oluşunu sanki oradaymış ve olaya tanık olmuş gibi aktarması ise üslûpla ilgili bir durumdur, öyle ki, bugün dahi birçok kimse herhangi bir tarihi hadiseyi aktarırken sanki olaya tanık olmuş gibi benzer ifade kalıpları kullanmaktadır.

Şu kadarını söylemek gerekir ki, kelime bütün bu anlamları ihtiva eder: Birincisi, Hz. Peygamber vahye ilk kez muhatap olmuştu; yaşadığı bu olağanüstü tecrübeden ötürü ürperti duymuş, titrer bir halde evine dönmüş, gördüğü şeyin dehşetiyle “Beni örtün, beni örtün” demişti. Ayet, onun daha önce yaşadığı bu hadiseye atıfta bulunmaktadır. İkincisi, o, vahye muhatap olmuştur ve bu bakımdan vahye refakat etmekte, bir başka ifadeyle vahye eşlik etmekte, vahiyle yürümektedir; dolayısıyla peygamberlik elbisesine bürünmüş, bir başka ifadeyle nübüvvet yükünü yüklenmiştir ki, İkrime de ayeti bu şekilde -“Ey peygamberlik örtüsüne bürünen/Peygamberlik yükünü yüklenen” şeklinde- izah etmiştir.(3) Üçüncüsü, Hz. Peygamber vahye muhatap olduğu, peygamberlik elbisesine büründüğü için, ağır bir yük yüklenmiş, büyük bir işin altına girmiş bulunuyordu ki, surenin 5. ayeti de bunu teyid etmektedir. Dördüncüsü, bu hitapla, yaşadığı tecrübenin ruhunda uyandırdığı korku ve endişeyle evine kapanan, derin düşüncelere dalan, dolayısıyla dünya ile ilişkisini kesen Hz. Peygamber’in başlangıçtaki bu durumuna atıfta bulunulmakta, böylece risâlet görevin ifa etmede zayıflık ve gevşeklik göstermemesi, görevini yerine getirmekten geri durmaması, büründüğü korku ve endişe elbisesini kesin şekilde üzerinden atması, evine kapanmaya, dünyadan el-etek çekmeye eğilim göstermemesi gerektiği ima edilmektedir.

Gece Kıyamı/Gece Eğitimi (Kıyâmu’l-Leyl/Nâşietu’l-Leyl): Bu hitabın ardından Hz. Peygamber gece kalkışıyla (Kıyamu’l-Leyl) ve tertil üzere Kur’an okumakla emrolunuyor. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Gece Kıyamı’nın asıl gayesi tertil üzere Kur’an okumak, gecenin sessizliğinde her şeyden uzaklaşarak Allah’a yönelmek, O’nun ismini anmak, dolayısıyla O’nun sınırsız şanını yüceltmektir. “Tertil” (“R-t-l/bir şeyi bir doğrultuda sıraladı, düzenledi” kökünden) “bir şeyi bir doğrultuda, uygun bir düzen içinde, acele etmeksizin bir araya getirmek”tir. Bu anlamda “raculun ratilu’l-esnan/dişleri düzgün dizilmiş adam” denir. Furkan Suresi’nin 32. ayetinde Kur’an’ın tertil üzere, belli bir düzen içinde indirildiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla tertil üzere okumak, belli bir düzen ve bütünlük içinde, ağır ağır, tane tane, düşüne düşüne okumak demektir. Hz. Hafsa’dan, Hz. Peygamber’in herhangi bir sureyi iyi anlamak için tertilen okuduğu, böylece okuduğu surenin kendisinden uzun olan bir sureden daha uzun hale geldiği, Ümmü Seleme’den ise onun Kur’an’ı her ayette durarak okuduğu rivayet edilmiştir.(4)

Gece Kıyamı’nın vaktine ve miktarına gelince; ayetler bize vakit konusunda üç seçenek sunuyor: Gece yarısı, biraz eksiği (gece yarısından önce) ve biraz fazlası (gece yarısından sonra/gecenin sonu). Nitekim Resulullah kolayına gelen vakitte kalkardı. Bunun uykuyu bölüp kalkmak şeklinde olanına “teheccüd” adı verilir. “Onun (gecenin) yarısı veya ondan biraz eksilt veya onun üzerine biraz ekle” ifadeleri aynı zamanda miktarı da belirtir: Yani gecenin yarısını veya gecenin yarısından biraz eksiğini (üçte birini) yahut gecenin yarısından biraz fazlasını (üçte ikisini) ibadetle geçir.

Unutulmaması gereken husus, Hz. Peygamber ve ashabının okumayı namazda (namazla) gerçekleştirdikleridir. Tertil üzere okuma, her şeyden uzaklaşarak Allah’a yönelme, O’nun ismini anma (zikir), dolayısıyla sınırsız şanını yüceltme (tesbih), bütün bunlar namazda mündemiçtir. Namaz vahyin nüzûlünden önce de Araplar tarafından biliniyor ve değişik şekillerde kılınıyordu. Bu bir yana, Ebu Cehil, Kâbe’de namaz kılan ve Allah’ın ayetlerini okuyan Hz. Peygamber’i bundan men etmiş, onu, bir daha böyle bir şey yaptığını gördüğü takdirde boynunu çiğnemekle tehdit etmişti. Kur’an’ın bütününe bakıldığında da Gece Kıyamı’nın namazdan soyutlanamayacağı açıkça görülür (bkz. 17/79, 51/17-17, 76/26). Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Hz. Peygamber ve ashabının kıldıkları namazın bugün şekilden ibaret hale getirilmiş, törenselleştirilmiş, asıl anlam ve amacından uzaklaştırılmış, içi boşaltılmış, sosyal boyutu felce uğratılmış, işlevsiz kılınmış namazla herhangi bir ilgisinin olmadığıdır. Zira Hz. Peygamber ve ashab, namazda Kur’an’ın mânâ ve muhtevasını tefekkür ediyorlardı. Hz. Ali’nin şu sözü ashabın bu konuda nasıl bir anlayışa sahip olduğunu gösterir: “İyi bilin ki, içinde tefakkuh/fıkhetme bulunmayan ibadette, tefehhüm/anlayış ve idrak etme çabası bulunmayan ilimde, tedebbür/ileriye yönelik sonuç çıkarmanın bulunmadığı bir okumada hayır yoktur.”(5) Burada çatı kavram tefekkürdür; zira tefekkür, bunların hepsini (tefakkuh, tefehhüm ve tedebbürü) içine alan geniş bir kavramdır.

“Geceleyin kalk!” ayetinde emir ilkin Hz. Peygamber’edir, ancak farz olmamakla birlikte onun şahsında ona tabi olan Mü’minlerin de bu emri dikkate almaları ve güçlerinin yettiği kadar yerine getirmeleri gerekir; en azından Sabikûn/Öncü Şahsiyetler için bu böyledir. Resulullah ashabına Gece Kıyamı’nı tavsiye etmiş, Kur’an geceyi secde ve kıyamda geçirenleri övmüş, onlarla diğerlerinin arasını ayırmış (39/9), ashab da bu emri dikkate almış ve güç yetirebildiği kadar yerine getirmiştir. Nitekim surenin 20. ayetinde “seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da…” ifadesi, ashabdan bir kısmının bu emri tatbik ettiğini açıkça ortaya koyar.

Surenin 5-6. ayetlerinde Gece Kıyamı’nın hikmeti beyan edilmiştir. 5. ayette “Nâşiete’l-Leyl/Gece Neş’esi” ifadesinin yer aldığını görüyoruz. “Neş’” ve “neş’e” (“N-ş-e/ortaya çıktı, doğdu, neş’et etti, yetişti, gelişti, büyüdü, meydana geldi” kökünden) “bir şeyi meydana getirmek, onu eğitmek, yetiştirmek”tir. Bu anlamda “neşe-e fulânun/falan kişi yetişti” denir; “nâşi” ise “genç” anlamındadır. Dolayısıyla Gece Kıyamı, aynı zamanda Gece Eğitimi’dir. Vahyin sorumluluğu ağırdır, Resul ve onunla birlikte olan Mü’minler bu ağır sorumluluğun gereğini layıkıyla yerine getirebilmek için Rabbin kelimeleriyle yoğrulmalı, vahyi belli bir düzen ve bütünlük içerisinde, ağır ağır, düşüne düşüne okumalı, zihinlerinde pekiştirmeli, hayata taşımak maksadıyla onun derin mânâlarına nüfuz etmeliydiler. Bunun için en uygun vakit gecedir; zira gece dinlenme vaktidir, ortalığa sessizlik hâkimdir, insan bu vakitte gün içindeki meşguliyetlerinden uzaktır, gece vakti insan zihni daha arınmış, daha berrak bir haldedir, dolayısıyla gece, sözü idrak etmek açısından daha sağlam bir vakittir. Bir başka ifadeyle vahyin zihnî inşası için -inşa: n-ş-e kökünden- geceden daha uygun bir vakit yoktur. İbn-i Abbas da ayeti “Kur’an’ı anlamaya daha elverişli olur” şeklinde izah etmiştir(6). Bu bakımdan gece bulunmaz bir nimettir. Herkesin uykuda olduğu bir vakitte kıyam etmek, Kur’an okumak, tefekküre dalmak, iman eden insanların ruhlarına derinden tesir eder. Hulâsa, Gece Kıyamı/Gece Eğitimi, çok yönlü, çok boyutlu bir oluş sürecidir. İlk nesil Müslümanlardan oluşan ve tarihe damgasını vuran o eşsiz ümmet, bu şekilde yetişmiş, gelişmiş, büyümüş, imparatorlukları dize getirmiştir. Buna karşın gündüz vakti insan için uzun uğraşlar vardır.

8. ve 9. ayetlerde hem Gece Kıyamı/Gece Eğitimi için diğer talimatlar veriliyor hem hayatın her alanında nasıl bir bilinç ve duyarlılık içerisinde hareket edilmesi gerektiği beyan ediliyor hem de evrensel bir misyonun temelleri atılıyor.

“Rabbinin ismini an”: “Zikr” kavramını daha önce izah etmiştik [bkz. Kur’an Dersleri (7) (Kalem: 34-52], burada açıkça Hz. Peygamber’e Rabbinin ismini anması, O’nun yüceliğini dile getirmesi, böylece O’nu her daim kendi zihninde, kalbinde, ruhunda diri tutması emrediliyor.

“Ve her şeyden uzaklaşarak, bütün varlığınla O’na yönel/Tebettül et”: “Tebettül” (“B-t-l/kesti, kopardı, bitirdi, sonuna vardı” kökünden) “kesmek, koparmak, uzaklaşmak, bitirmek”tir. “İbtâl”, “kesilmek”; “mubettel”, “kesilmiş, uzaklaşmış, inzivaya çekilmiş”; “betul”, “bakire, erkeklerden tamamen uzak düşen kız” demektir. Bu nedenle Hz. Meryem’e “el-azrâu’l-betul” denmiştir. “Nehlatun mubtelun”, “tek başına kalmış, yanında sadece küçük bir ağaç kalmış olan hurma ağacı”dır. Dolayısıyla ayette, Hz. Peygamber’e ve onun örnekliğini hayata taşıma arzusunda olan tüm Mü’minlere, Allah’tan başka her şeyle ilgilerini kesmeleri, dünya ile tüm bağlarını koparmaları, zihinlerini, kalplerini, ruhlarını her şeyden arındırmaları, duygu ve düşüncelerinde O’ndan başka hiç kimseye yer vermemeleri, bütün varlıklarıyla O’na yönelmeleri, kendilerini yalnızca Allah’a adamaları emrediliyor ki, Rabbin kelimelerinin insanda yer etmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir.

“Doğu’nun ve Batı’nın Rabbi; O’ndan başka ilah yoktur, öyleyse O’nu vekil et”: O,Doğu’nun ve Batı’nın Rabbidir, tüm yönler O’na aittir, Doğu’suyla Batı’sıyla tüm yeryüzü O’nun mülkiyeti, O’nun egemenliği altındadır; Batı’da Bizans’ın, Doğu’da Perslerin -bugüne getirecek olursak, Batı’da ABD ve AB’nin, Doğu’da Rusya ve Çin’in- hükümran gözükmesi hiçbir şeyi değiştirmez! O, her hal ve şartta mutlak egemenlik sahibidir. O’ndan başka ilah/O’ndan başka kanun koyucu yoktur! Böylece Tevhid bilinci zihinlere nakşediliyor ve hem Mekke hem de dünya ölçeğinde istikbar ne denli büyük ve güçlü görünürse görünsün, Allah’a adanmış benlikler için bunun gerçekte hiçbir anlam ifade etmeyeceği, etmemesi gerektiği ifade ediliyor (Kelime-i Tevhid’in ilk defa bu ayette zikredildiği dikkatlerden kaçmamalıdır). Kur’an bu ayetle sınırları aşıyor, dar kalıpları paramparça ediyor ve evrensel bir devrimin tohumlarını atıyor. Bu, cihanşümul bir harekettir; “O, Doğu’nun ve Batı’nın Rabbidir”, “Doğu da Batı da Allah’ındır” (2/142) şiarıyla İslam, Mekke ve Arap Yarımadası ile yetinmeyeceğini, küçük olsun bizim olsun mantığı gütmeyeceğini peşinen ilan ediyor. Ardından “O’nu vekil et” emr-i ilahisi ile karşılaşıyoruz ki, Hz. Peygamber ve onunla birlikte olan Mü’minler, Tevhid ilkesi gereği hâkim sınıf ve süper güçler karşısında yalnızca tek bir güce dayanmalı, zorluklar karşısında yalnızca O’na güvenmeliydiler. Nitekim Âl-i İmran Suresi’nin 173. ayetinde Mü’minlerin bu tavrından övgüyle söz edilir: “Onlar ki, insanlar kendileri için ‘Şüphesiz insanlar size karşı toplandılar, artık onlardan korkun’ dediklerinde bu, onların sadece imanlarını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ dediler.” (3/173) “Vekîl” (“V-k-l/bıraktı, devretti, emanet etti, güvendi, dayandı, bir kimseyi kendi yerine -vekil- tayin etti” kökünden) “güvenilen, bir şeyin veya bir işin kendisine emanet edildiği kimse, bir işi üstlenen kişi” demektir, “yönetici, şef, yardımcı, temsilci” anlamlarına da gelir. “Tevekke’l-Allah”, “Allah’a tevekkül etmek, güvenmek, dayanmak”tır. Dolayısıyla Allah, emir ve yasaklarına riayet ederek sorumluluklarını yerine getirmeleri ve O’nun yolunda gayret göstermeleri kaydıyla O’na güvenen, O’nun vekâleti altına giren, kendilerini O’na emanet eden kimselerin işlerini üzerine alacağını beyan etmektedir. Nitekim “O nimet sahiplerini bana bırak” şeklindeki 11. ayet bunu açıkça ortaya koyar. Hasbunallah ve ni’mel vekîl/Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!

- Onların söyledikleri karşısında sabret ve onlardan en güzel şekilde kopup ayrıl

- Ve nimet sahibi yalanlayıcıları bana bırak, onlara biraz daha süre tanı

- Şüphesiz bizim katımızda prangalar ve şiddetle kızışan bir ateş var

- Boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap var

- Yeryüzünün ve dağların şiddetle sarsılacağı ve savrulan kum yığını haline geleceği gün

- Şüphesiz size üzerinize şahit olacak bir elçi gönderdik, tıpkı Firavun’a bir elçi gönderdiğimiz gibi

- Ama Firavun elçiye isyan etti, biz de onu, onun için kötü sonuçlar doğuracak şekilde kıskıvrak yakaladık

- Eğer Hakikat’in üzerini örterseniz çocukların saçlarının ağaracağı gün kendinizi nasıl koruyacaksınız?

- Göklerin paramparça olacağı ve Allah’ın va’dinin gerçekleşeceği (gün)

- Şüphesiz bu, kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesajdır; öyleyse dileyen Rabbine yol edinsin

10-19. ayetlerde gözler bir anda nimet sahiplerinin (Uli’n-ni’me), servet içinde yüzen sermayedarların, rızık kaynaklarını gasp etmek, malı sürekli kendilerine doğru çekmek ve diğerlerini ondan men etmek suretiyle rahat, güzel bir yaşam süren servet ve iktidar sahibi ileri gelenlerin üzerine çevriliyor. Toplumu ortadan ikiye bölen, kendileriyle diğerleri arasındaki uçurumu her geçen gün derinleştiren bu güruh, dünya nimetlerini tek başına sahiplendiği, iktisadî ve siyasî egemenliği elinde bulundurduğu için Tevhid mesajına muhalefet etmekte, statükonun devamı için iftira ve kara propaganda yoluna başvurmaktadır. Bu noktada Hz. Peygamber’e bir kez daha “sabret” denilerek müşrikler topluluğundan büyük ahlak sahibine yakışır güzel bir tarzda kopup ayrılması emrediliyor. Böylece bir iman ve hareket adamının kendisine yönelik saldırılar karşısında nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğrenmiş oluyoruz. Şöyle denmektedir: Beni vekil edinin, onları bana bırakın ve müşrikler güruhuna biraz daha süre tanıyın. Ardından nimet içinde yüzen yalanlayıcıların akıbetleri haber veriliyor. Ceza suç kabilindedir ve burada dört cezai unsurdan söz edilmektedir: Enkâl (prangalar), cahîm (şiddetle kızışan ateş), taâmen zâ ğussa (boğazı tıkayan yiyecek) ve azâben elîm (acıklı azap).Razî, bunları kişinin hayatta iken yaptıklarının ruhî sonuçları olarak görür. Biz ise kendi yaklaşımımızın mutlaklık ifade ettiğini, dolayısıyla anlamın söyleyeceklerimizden ibaret olduğunu iddia etmemekle birlikte -Razî’ye ek olarak- bunların şu şekilde de anlaşılabileceği kanaatindeyiz:

Enkâl/Prangalar: Hemcinslerini zayıf ve aciz halde bırakmalarına, köleleştirmelerine, onların ellerine ayaklarına prangalar vurmalarına karşılık (“Enkâl” -“nikl”in çoğ.- fiil olarak “nekele ani’ş-şey”, “bir şeyi yapamadı, zayıf ve aciz kaldı” demektir; “nekeltuhu”, “bağladım” mânâsına gelir; “nikl”, “hayvanın bağı”dır, aynı zamanda “gemin demiri” anlamına da gelir ki, her ikisi de hayvanı kontrol etmek için kullanılır).(7)

Cahîm/Şiddetle kızışan ateş: İçlerinde yanan ihtiras ateşine karşılık.

Taâmen zâ ğussa/Boğazı tıkayan yiyecek: Dünyada sınırsızca yiyip içmelerine, zevk-ü sefa sürmelerine karşılık.

Azâben elîm/Acıklı azap: Dünyada âzib olmalarına, mustaz’aflara şiddetli eziyet vermelerine, hayatın zevkini, tadını yok etmelerine, köleleri aç ve uykusuz kalmaya zorlamalarına karşılık (“Azab” ve “ta’zib” -A-z-b kökünden- “şiddetli eziyet vermek” ve “insanı aç ve uykusuz kalmaya zorlamak”tır; “azabe’r-racul”, “adam yemekten ve uykudan kesildi”; “azzebtuhu” ise -tatlı, hoş anlamında “azb” kökünden- “hayatın zevkini, tadını yok ettim” demektir).

Yeryüzünün ve dağların şiddetle sarsılacağı ve savrulan kum yığını haline geleceği gün nimet sahibi yalanlayıcıların akıbeti böyle olacaktır!

Daha sonra Elçi’nin misyonu beyan edilmekte -ki, bu aynı zamanda Ümmet’in de misyonudur/bkz. 2/143, 22/78- Hz. Musa’nın Tevhid mesajını yalanlayan, adalet ve özgürlük mesajına isyan eden Firavun’un akıbeti bir ibret vesikası olarak Mekke’nin servet ve iktidar sahibi ileri gelenlerinin önüne konulmaktadır. Açıktır ki, Hz. Musa’nın Firavun’a karşı verdiği mücadele ve Firavun’un Hz. Musa’nın getirdiği mesaj karşısında takındığı tavırla Hz. Peygamber’in Mekke’de Dâru’n-Nedve üyelerine karşı verdiği mücadele ve Mekke’nin nimet sahiplerinin Hz. Peygamber’in getirdiği mesaj karşısında takındıkları tavır arasında doğrudan ilişki vardır. Kur’an’ın bütününe bakıldığında bütün peygamberler için bu böyledir. Mesele temelde rubûbiyet ve ulûhiyetin kime ait olacağı meselesidir ki, işin bu yönünü Fatiha Suresi 5-7. ayetlerin tefsirinde kısmen izah etmiştik [bkz. Kur’an Dersleri (2) (Fatiha: 5-7)].

Peygamber’in Misyonu (Şahitlik): Surenin 5. ayetinde ifade edilen ağır sorumluluk Peygamber’in -ve Ümmet’in- misyonunda kristalleşmektedir. Şahitlik Hz. Peygamber’in misyonunun bir boyutunu teşkil eder; zira o, şahid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir (33/45, 48/8). “Şahid” (“Ş-h-d/tanık oldu, tanıklık etti, hazır bulundu” kökünden) “tanık olan, tanıklık eden, hazır bulunan” demektir. Ayette sözü edilen şahitliğin dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki boyutu vardır:

Birincisi, Hz. Peygamber, önce kendi toplumu içinde, sonra bütün insanlığa gönderilmiş bir elçi olması hasebiyle (7/158) tüm insanlığın huzurunda, kişiliği, ahlakı, mesajı, hayatı ve mücadelesiyle Hakikat’in şahididir. Bir başka ifadeyle o, fiilen Hakikat’e tanıklık etmek üzere gönderilmiştir. On üç yıl boyunca Hak uğruna Mekke’de tüm eziyetlere katlandı, yurdundan sürüldü, hicret etti ve Medine’de manevî-ahlakî değerlere dayanan ölçülü, dengeli, ideal bir toplum kurdu, bir Selam Yurdu meydana getirdi, bu ideal toplumu ve bu Selam Yurdu’nu savunmak için gerektiğinde savaştı, on yıl boyunca insanlar arasında Hak ve adaletle hükmetti, eşit şekilde bölüştürdü. Öldüğünde ne kölesi ne de parası-pulu vardı; insanlığa kuşatıcı, diriltici, ölümsüz bir mesaj ve kâmil bir örneklik bıraktı, böylece şahitliğini yerine getirdi.

İkincisi, o, ahirette de kendi kavmi ve Ümmet’i üzerinde Hakikat’in şahidi olacaktır: “Her ümmet içinde kendi nefislerinden üzerlerine bir şahid getireceğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz…” (16/89) “Ümmet” belli bir inanç, fikir veya amaç etrafından toplanan insan toplulukları için kullanıldığı gibi, aynı zamanda bütün bir insan nesli için de kullanılır. Kur’an yeryüzündeki tüm canlıların ve kuşların da birer ümmet olduklarını vurgular (6/38). Dolayısıyla “ümmet”, burada Hz. Peygamber’in getirdiği mesaja muhatap olan tüm insanlığı ifade eder. Zira her peygamberin ümmeti kâfir veya Mü’min ayrımı olmaksızın tebliğ için gönderildiği bütün insanlardır; bu bakımdan “Ümmet-i Muhammed” dendiğinde, bununla daha geniş anlamda inanan-inanmayan bütün insanlar kast edilir (bkz. İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab).

Çocukların saçlarının ağaracağı gün: Bu da tıpkı “keşfu’s-sâk/bacağın açılması” gibi bir deyimdir. Bununla kıyamet gününün dehşeti, hesap gününün ne denli şiddetli ve çetin geçeceği vurgulanmaktadır ki, Araplar dehşet verici hadiselerle geçen zorlu bir günü bu şekilde ifade ederlerdi. Yani hesap günü öyle dehşet verici, öyle şiddetli ve çetindir ki, masum, günahsız çocuklar dahi o günün dehşetinden ak saçlı ihtiyarlara dönerler. Peki, siz nimet sahibi yalanlayıcılar, Hakikat’in üzerini örter, inkârda diretirseniz, o gün kendinizi nasıl koruyacaksınız; göklerin paramparça olacağı, Allah’ın va’dinin gerçekleşeceği o gün?

Surenin 19. ayetinde ise Kur’an’ın “tezkire/kendisiyle Hakikat’in hatırlatıldığı bir mesaj” olduğu ifade ediliyor ve insan kendi iradesiyle baş başa bırakılıyor: Öyleyse dileyen Rabbine yol edinsin, O’na götüren, O’nun rızasına ulaştıran yola koyulsun!

- Şüphesiz Rabbin, senin ve seninle birlikte olanlardan bir topluluğun gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde ayakta olduğunu bilir; geceyi ve gündüzü takdir eden Allah’tır; sizin onu kuşatamayacağınızı bildi, böylece size tevbe nasip etti; artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun, Allah içinizden hastalananların, Allah’ın lütfundan (rızık) aramak için yeryüzünde gezip dolaşanların ve Allah yolunda savaşa çıkanların olacağını bildi; artık ondan kolayınıza geleni okuyun, namazı ikame edin ve zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin; hayır olarak önden gönderdiklerinizi Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz; Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz ki, Allah, Gafur’dur, Rahim’dir

Müslim, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel, Hz. Aişe’den 20. ayetin “Gecenin bir bölümünde kalk” emrinden on iki ay sonra, Taberî ve İbn-i Ebî Hatim ise -yine Hz. Aişe’den- sekiz ay sonra nazil olduğunu nakletmektedirler. İbn-i Abbas’a göre, surenin 20. ayeti bir yıl sonra, Said b. Cubeyr’e göre ise, “Gecenin bir bölümde kalk” emrinden on yıl sonra -dolayısıyla Medine’de- nazil olmuştur. İbn-i Ebî Şeybe ve Munzir’in Atâ’dan rivayet ettiklerine göre, ashab, Zariyat Suresi’nin 17-18. ayetleri doğrultusunda bütün geceyi ibadetle geçiriyordu, örneğin Ebu Zer bir asaya dayanmak zorunda kalıyordu, bu şekilde iki ay geçirdiler ve ardından surenin 20. ayeti nazil oldu ki, Zariyat Suresi’nin 17-18. ayetleri Mekkîdir. 20. ayetin Medine’de nazil olduğu yönündeki görüşler, bu konudaki rivayetlerin yanı sıra ekseriyetle kıtalin (savaşın) Medine’de emredilmiş olmasına dayanır; zira Mekke’de böyle bir durum söz konusu değildi. Hâlbuki ayet, kıtalden söz ederken ileride gerçekleşecek olayları haber vermektedir. Nitekim söz konusu ifadeler de gelecek zaman kipi kullanılmıştır.

Ayeti üç bölümde ele almak mümkündür: Gece Kıyamı/Gece Eğitimi ile ilgili hafifletme, sosyal yükümlülüklerin hatırlatılması ve Allah’tan mağfiret dilemeye, O’nun bağışlayıcılığını aramaya çağrı.

Ayet, Gece Kıyamı’yla ilgili bir önceki emri neshetmemekte, Gece Kıyamı’nın hafifletilmesine ruhsat vermektedir. Bunun hikmeti ayette açıklanmıştır:

“Geceyi ve gündüzü takdir eden Allah’tır; sizin onu kuşatamayacağınızı bildi, böylece size tevbe nasip etti; artık Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun”: Yani “Sizin geceyi kuşatamayacağınızı, Gece Kıyamı’nın gereğini her daim tamamıyla yerine getiremeyeceğinizi bildi ve tevbenizi kabul etti.” Bunun nedenleri ayetin devamında beyan edilmiş ve ardından “Ondan (Kur’an’dan) kolayınıza geleni okuyun” ifadesi tekrar edilmiştir. “Allah içinizden hastalananların, Allah’ın lütfundan (rızık) aramak için yeryüzünde gezip dolaşanların ve Allah yolunda savaşa çıkanların olacağını bildi; artık ondan kolayınıza geleni okuyun.”

Süddî’ye göre, “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” ifadesinden maksat yüz ayet okumaktır. Aynı şekilde Hasan-ı Basrî’nin de “Kim bir gecede yüz ayet okuyacak olursa, Kur’an onun aleyhine delil olmayacaktır” dediği rivayet edilmiştir.(8) Ancak biz, sayıların önemi olmadığı kanaatindeyiz; önemli olan az da olsa Gece Kıyamı’nın/Gece Eğitimi’nin gözetilmesi, elverdiği miktarda Kur’an’ın tertil üzere okunması, Allah’a yönelişle birlikte kişinin ruhî olgunluğa ermesidir. Nitekim Hz. Peygamber, “Gücünüz yettiği kadar amel işleyiniz; Allah’a yemin olsun ki, siz usanmadıkça Allah usanmaz” ve “(En hayırlı amel) az da olsa devamlı olandır”(9) diyerek meselenin bu boyutuna dikkat çekmiştir.

“Namazı ikame edin ve zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin; hayır olarak önden gönderdiklerinizi Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz”: Bu noktada üç emirle karşılaşıyoruz: Salâtı ikame edin/namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borçla borç verin (yani kard-ı hasende bulunun ve bunu Allah’a verdiğiniz, O’nun da size kat kat geri ödeyeceği bir borç olarak kabul edin).

Salâtın ikamesi (İkâmetu’s-salât): Özellikle son dönemde “gereksiz” görüldüğü için asılsız te’vil ve tefsirlerle iptal edilmeye, yürürlükten kaldırılmaya çalışılan, buna mukabil Hz. Peygamber’in ve ashabın kıldığı, hem Kur’an’la (mütevatiren) hem sahih hadislerle hem de Yaşayan Sünnet şeklinde bilfiil uygulanmak (kılınmak) suretiyle nesilden nesle intikal ederek bize kadar ulaşan, bildiğimiz, her gün ifa ettiğimiz namaz ibadetidir. Kur’an’da “ekâme” fiili ile birlikte -örn. ekîmu’s-salât, ekâmu’s-salât- geçtiği her yerde bu anlamı ifade eder. Vakitleri, asgarî surette ne kadar, nasıl ve ne şekilde ifa edileceği temiz akıl sahibi herkes tarafından bilinmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bugün asıl anlam ve amacından uzaklaştırılmış, şekilden ibaret kılınmış, törenselleştirilmiş, içi boşaltılmış, sosyal boyutu felce uğratılmış, işlevsiz hale getirilmiştir ki, sorun buradadır. Yeri geldikçe namazın ifade ettiği anlama değinecek, salât kavramıyla diğer kavramlar arasında bağ kuracağız.

Zekât: Aslı “Allah’ın bereketinden kaynaklanan artış”tır, dolayısıyla “fazlalığı” ifade eder. “Zekâtı verin”, “artışı, fazlalığı verin, fazlalıktan arının” demektir ki, aynı zamanda “saflık, arınmışlık, aklanmışlık, temizlenmişlik” anlamlarına da gelir. Zekât, namazın ikamesindeki en önemli unsurdur, nitekim bu ayette de görüldüğü gibi, Kur’an’da sürekli olarak namazla birlikte zikredilmiştir. Hem malı hem de nefsi temizler, arındırır. Kişiyi fazlalıktan arındırarak onun manevî/ruhsal açıdan yükselişine katkıda bulunan, bireyleri sosyal güvence altına alan ve toplumsal yapının dayanışma, merhamet, şefkat ve adalet temelinde şekillenmesini sağlayan içtimaî bir görevdir. Merkezî olarak tahsil edilir. Müslümanlara yönelik zorunlu bir vergi olarak Medine’de sistemleşmiş olmakla birlikte Mekkî ayetlerde de emredilmiş, zekât vermek Mü’minlerin ve Muhsinlerin vasıfları arasında sayılmıştır (İniş sırasıyla: 27/3 Mü’minler; 31/4 Muhsinler; 23/4 Mü’minler). Fussilet Suresi’nin -ki, Mekkîdir- 7. ayetinde zekâtın verilmemesi ahiretin inkârıyla bir tutulmuş, Rum Suresi’nin -Mekkîdir- 39. ayetinde ise zekât, faizin karşısında zikredilmiştir.

Kard-ı Hasen/Karz-ı Hasen: “Kard” (“K-r-d/kırptı, ucundan kesti, makasladı” kökünden) “bir şeyi kırpmak, ucundan kesmek, makaslamak, kemirmek, ısıra ısıra yemek”tir; “kard -çoğ. kurûd-”, “borç, kredi” demektir. “Kard-ı Hasen/Güzel Borç”, “Allah’ın rızasını gözeterek ihtiyaç sahiplerine borç, ödünç verme” anlamına geldiği gibi, “Allah’ın rızasını gözeterek ihtiyaç sahiplerine, yoksullara yapılan karşılıksız yardım” anlamına da gelir. Geri almak üzere verilen borçta faiz yoktur, ancak buna mukabil vade bağlayıcı değildir. Örneğin birisine 1 yıllığına borç veren bir kimse, 4 ay sonra ihtiyaç duyması halinde verdiği borcu geri isteyebilir. Buna karşın borçlunun eli darda ise, borcunu ödemekte zorlanıyorsa, ona belli bir zamana kadar süre tanınır, olmazsa borcu sadaka olarak bağışlamak daha hayırlıdır (2/280). Hz. Peygamber’in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi yüce Allah Cehennem ateşinden korur.”(10) İster ödünç verme, ister karşılıksız yardım şeklinde olsun, Kard-ı Hasen, İslam’ın sosyal ve iktisadî dayanışma mekanizmalarından birini oluşturur. Tıpkı namaz ve zekât gibi Kur’an’ın yerine getirilmesi icap eden emirlerinden biridir. Ancak ne yazık ki, zekât müessesesinin aksine İslam tarihinde genel olarak ferdî/bireysel bazda kalmış, kurumsallaşmamıştır. Bu noktada hâl-i hazırdaki “finans kurumları”nın Kard-ı Hasen müessesesiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisinin olmadığını özellikle ifade etmek gerekir; zira her şeyden önce söz konusu kurumlar maddî menfaat elde etmektedirler ki, Kard-ı Hasen’de borç verenin manevî kazanç dışında menfaat elde etmesi söz konusu değildir; aksi takdirde bu, Kard-ı Hasen olmaz.

Merhum Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam adlı eserinde önemli bir rivayete yer verir: “Ebu Ubeyd dedi: Hasan b. Abdullah bize Sırri b. Yahya ve Katade’den şöyle nakletti: Katade dedi ki: Ebu Musa el-Eş’arî’nin yönetiminde Sus beldesi fethedildiğinde Müslümanlar bir sarayda Danyal’ın (Daniel peygamberin) cüssesini buldular. Yanında da büyük bir meblağ halinde bırakılmış mal vardı. Malın içinde de ‘İsteyen gelip bu maldan karşılıksız olarak ve belirli bir müddete kadar istikrazda bulunabilir. Vaktinde getirirse, getirir; getirmediği takdirde baras hastalığına müptela olur’ ibaresi yazılmış bir belge vardı. Ravi dedi: Ebu Musa sarılıp onu öptü ve şöyle dedi: ‘Kâbe’nin Rabbine kasem olsun ki, bu zat Danyal’dır.’ Daha sonra Hz. Ömer’e konu ile ilgili olarak bir mektup yazdı. Hz. Ömer de ona şöyle yazdı: ‘Onu tekfin ve tahnit et. Sonra da onun namazını kıldır ve peygamberlerin defnedildiği gibi defnet. Malını da Beytu’l-Mal’e koy. Bunun üzerine Ebu Musa beyaz bir kıbti ketenle onu tekfin etti ve cenaze namazını kıldırıp defnetti.”(11) Rivayet, Hz. Danyal’ın Kard-ı Hasen’i müessese haline getirdiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Ayette “Allah’a güzel bir borçla borç verin” denmesi son derece dikkat çekicidir; zira Allah, burada ihtiyaç sahiplerine verilen borcu veya yapılan karşılıksız yardımı kendisine verilmiş bir borç, kendisine yapılmış bir yardım olarak kabul ediyor ve bu borcun, bu yardımın karşılığını kendi üzerine alıyor ki, Bakara Suresi 245, Maide Suresi 12, Hadid Suresi 11 ve 18, Teğabun Suresi 17. ayetlerde de “Allah’a güzel bir borçla borç vermek” şeklinde geçer. Kitab-ı Mukaddes’te de benzer şekilde yer alır: “Yoksula acıyan Rabbe borç verir; yaptığı iyilik için Rab onu ödüllendirir.” (Kitab-ı Mukaddes, Süleyman’ın Özdeyişleri, 19: 17)

Bunun yanı sıra ayette, hayır olarak işlenen tüm ameller de “Allah’a verilmiş güzel bir borç” olarak nitelendiriliyor ve işlenen her hayrın Allah katında daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak görüleceği belirtiliyor. Dolayısıyla hayır (hayr), ayette sadece iktisadî açıdan işlenen hayrı ifade etmez; daha geniş çerçevede şerrin zıddı olarak (mutlak/saf hayır anlamında) tüm faydalı işleri de kapsamına alır.

“Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz ki, Allah, Gafur’dur, Rahim’dir”: Ayet -dolayısıyla sure- Allah’ın mağfiretine yapılan çağrı ve O’nun Gafur ve Rahim sıfatlarına yapılan vurguyla sona eriyor. Allah’tan mağfiret dileyin, O’nun bağışlayıcılığını arayın, şüphesiz ki, Allah Gafur’dur, Rahim’dir. Dikkat edilmesi gereken husus, istiğfarın sadece sözle değil, aynı zamanda fiille af dilemek olduğudur. Rağıb, Nuh Suresi’nin 10. ayetinde sözü edilenlerin Allah’tan sadece sözle değil, aynı zamanda fiille bağışlanma dilemekle emrolunduklarını belirtir. Nitekim “Fiille değil, sadece sözle bağışlanma dilemek yalancıların işidir” denmiştir.(12) Ki, böylece sözün tek başına anlam ifade etmediğini, ispatı gerekli kıldığını, dolayısıyla söylemlerin sağlamasının eylemler olduğunu bir kez daha anlamış oluyoruz.

“Gafur” (“G-f-r/örttü, perdeledi, korudu, bağışladı, affetti” kökünden) “çok bağışlayan, affeden, günahları çokça örten” demektir. Nitekim başı örtüp koruduğu için savaşta kullanılan başlığa “miğfer” denilmiştir. Başı örten bez parçasına da “gaffâre” denir. “Gâfir” ve “Gaffar” isimleri de aynı kökten gelir. ez-Züccacî, “Gafur, çok bağışlayan örten anlamından mübalağa ifade eder; çünkü Allah, kullarını sadece bir kere değil defalarca bağışlar, öyle ki, O’nun bağışlaması sayılamaz” demiştir. el-Halimî ise bu ismi şöyle açıklar: “Kullarının günahlarını çokça örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.”(13)

“Rahim” ismiyle ilgili açıklama Fatiha Suresi 1-4. ayetlerin tefsirinde geçmişti [bkz. Kur’an Dersleri (1) (Fatiha: 1-4)].

Doğrular Allah’tan, hata ve eksiklikler bizden…

İlkte de sonda da hamd âlemlerin Rabbi (olan) Allah’a mahsustur.

(Bu metnin ortaya çıkmasına vesile olan sohbet, 31 Temmuz 2012 tarihinde gerçekleştirilmiştir)

 


 
 
Facebook beğen
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol